22 Mart 2023 Çarşamba
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazananın belli olması için yüzde 50’yi geçebilme şartı ülkemizde siyaset alanında bir çok şeyi değiştirdi. Cumhuriyet’in kuruluşu ve çok partili hayata geçişten bu güne ikinci kez mevcut koşulları deneyimleyeceğimiz önümüzdeki seçimler aslında çok sesliliğe de büyük darbe vuruyor.
İstikrar adı altında birbirinden farklı düşünceleri paylaşan siyasi partiler ittifak kurmak zorunda ve mecburiyetinde bırakılıyor. Üstelik bu sistemi bile isteye getiren AK Parti iktidarı bile kendisine katılacak yeni ittifak ortakları arıyor. Biliyoruz hem Cumhur ittifakı hem de Millet İttifakı kendi içerisinde bir çok farklılıkları barındırıyor. İktidar mücadelesi ise olası çıkabilecek sesleri kamçılamaya yetiyor. Bunu bir güzellik olarak değerlendirebilir miyiz? Hep şu söyleniyor: “Millet artık tartışma istemiyor.” Cumhurbaşkanlığı sistemi öncesindeki koalisyon hükümetleri de hep bu nedenle eleştiriliyor. Bu anlayışa göre, “Koalisyon tartışma demek, koalisyon yönetememe demek”
Aslında bu iddianın doğru olmadığını görmeye başladık. Koalisyon sözcüğünün yerini ‘İttifak’ aldı, kelimenin değişmiş olması, eskinin yerini yeninin aldığını göstermiyor. Önceden seçim sonrasında kurulan koalisyonlar, şimdi öncesinde kuruluyor. Bu modelin sürdürülebilir bir tarafı yok, halkın yüzde 50’den fazlasının aynı şeyi düşünmesini sağlamaya yeltenmek sadece despot yönetimlerde görülebilir, dünyanın hiçbir yerinde de sürdürülebilir olmamıştır.
Yanlış anlaşılmak istemem. Bugünkü sistemi kelime oyunları ile hafife almak değil niyetim. Bu sisteme karşı eleştirilerden birisi de milletvekilliğini işlevsiz hale getirmiş olması. Kurtuluş Savaşı mücadelesinde dahi millet meclisini toplayan bu halk almış olduğu kararlar ile bağımsızlığa giden yolda adımlarını attı. O şartlarda dahi toplanan ve düşmanı yok etmek için kararlar alan, ülke yönetiminde söz sahibi olan meclis ile bugünkü meclisi yan yana getiremeyiz. Hem sistemsel hem de vekillerin özgür irade yerine gücünü grup iradesinden alması gibi farklar mevcut. Yasamanın önüne geçen KHK’ların yanına bir de lidere uyum sağlama eklenince milli iradenin meclise tam anlamıyla yansıdığını söylemek imkansız hale geliyor.
Türkiye, Demokrasi Endeksi’nde 2022 yılında 167 ülke arasında Uganda, Bolivya, Nepal, Gambiya gibi ülkelerin ardından 103’üncü sırada yer aldı. Raporda “Türkiye’nin demokratik değerleri aşınmaya devam ediyor” başlığı atılırken, ülke “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde son on yılda puanında ciddi bir düşüş yaşadı.” deniliyor.
Ülkemiz adına, “Seçimler genellikle özgür ve adil değil, medya sansüre tabi, hukukun üstünlüğü zayıf ve yolsuzluk yaygın.” şeklinde değerlendirme yapılıyor. Diğer taraftan basına olan baskı arttıkça, duyulan güven de azalıyor. Ve bu açığı halk sosyal medya ile giderme çabasına giriştikçe bilgi kirliliğinin içerisinde kendisini buluyor. Bu konular üniversite, yargı, eğitim sistemi gibi alanlarda da ele alınarak genişletilebilir.
Bu sistem kişilerin ne düşündüğünü görmemizi de zorlaştırıyor. Her siyasi partinin bir programı, bir yönetim anlayışı var ancak hepsi birbirine karışmış durumda. Bugün söylenen yarın yalanlanıyor, kendi kendine çelişen liderler, siyasetçiler… Hangi yaklaşımın özü yansıttığını görmede zorlanıyoruz.
Millet İttifakı önümüzdeki seçimleri parlamenter sisteme geçişin bir adımı olarak görüyor. Belki sonrasında herkesi tanıma fırsatını yakalarız.
“Taraf olmayan bertaraf olur.” Yani ortadan kaldırılır, yok edilir, yaşayamaz.
Tarafını seç, safını belirle ki, sen de huzura giden yoldan payını al…
Bir insan gerçekten de taraf olmalı ancak bu ‘bertaraf’ olmamak adına yapılıyorsa eğer, pastanın diliminden pay sahibi olmanın peşinden gidiliyor demektir.
İdeoloji, ülkenin geleceği adına düşünülen ve paylaşılan fikirler, birlikte hareket etme, paylaşabilme ve bununla ortaya çıkan siyasi yol ve yöntemler elbette ki değerli. Bunun bir parçası olmak ve inandığımız değerler doğrultusunda hareket edebilmek insanı insan yapan özellikler arasında yer alıyor.
Kölelik, feodal düzen, otokrasi, faşizm, demokrasi, geçmişten günümüze insanlığın yaşayış şekline dair kurulan düzenler, kötüden iyiye aynı zamanda insanlığın mücadelesini de anlatıyor.
Günümüz dünyasında ise kazanılmış hak ve hürriyetlerin kapitalizm tarafından nasıl yerle bir edildiğine tanıklık ediyoruz. Dünyanın bir çok ülkesinde yaşanan devrimlere baktığımızda dayanılmaz hale gelen yaşayış biçiminden nasıl bir çıkış yolu bulunulduğunu da görüyoruz. Artık bir işkence haline gelen sömürünün çeşitli halleri bir süre sonra ‘boyun eğmeme’ içgüdüsü, siyasetin varlığı ve örgütlü olmanın bilinci ile başka bir yaşayış şeklinin olanaklı olduğunu gözler önüne seriyor.
Toplum için doğru olan yerine hangi yönetim biçimi olursa olsun gücün yanında olarak ‘bertaraf’ edilme korkusu ile hareket etmek geçici kazançlar elde edilmesini sağlayabilir. Ancak unutulmamalı ki, köhneyecek sistemin inşasında koyulan her tuğla sağlam zemin üzerine inşaa edilmediği için yıkılacaktır.
İçinde halkın olmadığı, geçmişte köle sahiplerinin, soyluların, bugün ise burjuvazinin kazandığını sandığı, taraf olanların ise payını aldığı sistemler geçmişte olduğu gibi yine ardında yıkıntılar bırakacaktır.
Yıkıntılar içinden, toplumun küllerinden yeniden var ettiği Cumhuriyet rejimleri bugün yine otokrasiye dönüşüyor. Dünya genelinde ülkelerin ‘liderler’ tarafından yönetildiğini görüyoruz.
Seçimler, kurulan sandıklar bir aldatmacanın parçası haline gelmiş durumda. Toplumlar salonlarda sergilenen tiyatroların adeta izleyicisi olmuş.
Bitti denilen ancak devam eden savaşlar, yaşanan acılar, sömürerek gücüne güç katan devletler, sözde demokrasi adına atılan bombalar, halklar adına demokrasi ve özgürlük mücadelesinin bitmediğini gösteriyor. Güçlü devletlerin ve onlara egemen olan bugünün soylularının durmaya niyetlerinin olmadığını da görüyoruz.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 1 Mayıs, 1 Eylül Dünya Barış Günü, bizlerin bir çırpıda tebrik mesajları ile kutladığı günler olsa da tarihte insanoğlunun özgürlük mücadelesini anlatan hikayelere sahip önemli günler.
Her şeyin içini boşalttığımız gibi bugünleri de 14 Şubat Sevgililer günü kıvamında kutladığımızda tarihte yer alan bu günleri de değersizleştiriyoruz.
Tarih tekerrürden ibarettir derler… Yaşadıklarımız dünyayı nereye taşıyor, belki bir kısmına bizler tanıklık edeceğiz, belki de gelecek kuşaklara geçmişte olduğu gibi büyük acılar bırakacağız.
Güç mücadelesinin yıkıcı hale geldiği bir dönemden geçiyoruz. Tarih bilmek bu açıdan daha değerli hale geliyor. İçinden geçtiğimiz dönemin benzerleri çoktan yaşandı.
Bundan ders mi çıkaracağız yoksa, sırf ‘bertaraf’ olmamak için bu oyunun bir parçası mı olacağız?
Sosyal belediyecilik bir süredir sosyal yardım belediyeciliğine dönüştü, tabi ki bu durumun ortaya çıkmasındaki en temel sebep, ülkemiz insanının içinde bulunduğu ekonomik çıkmazlar. Bugün temel ihtiyaçları karşılayabilmek için asgari ücret üzerinden değerlendirdiğimizde bir aileden en az iki kişinin iş sahibi olması gerekiyor.
Akyurt gibi bir ilçede işsizliğin oldukça düşük seviyelerde olduğunu hesaba kattığımızda sosyal yardıma ihtiyaç duyabilmek için kriter ne yazıktır ki işsiz olmak değil. 37 yaşındayım ve çocukluğumdan hatırlıyorum, bir emekli maaşı bile bir aileyi geçindirmeye yeterken bugün bırakın emekli maaşını, öğretmen, doktor, polis gibi çocukluğun hayalleri süslediği meslek sahipleri dahi yoksulluk sınırında yaşıyor.
Esnaf, çiftçi, ekonomiye değer katan çeşitli meslek türleri de neredeyse kazançları ile yoksulluk sınırlarını zorluyor. Bütün bunları üst üste koyduğunuzda Akyurt Belediye Başkanı Hilal Ayık’ın meclis kürsüsünden ifade ettiği yardım alan ‘2 bin 500 ailenin yer aldığı liste’ye şaşırmalı mı?
Yaklaşık 40 bin nüfusu olan, fabrikaların istihdam sağladığı, işsizliğin neredeyse sıfırlandığı, hatta çevre ilçelerden bile çalışanların olduğu Akyurt’ta her 4 aileden biri yardıma muhtaç ise bu durum sorgulamaya değmez mi?
Yardımlara başvuru yöntemleri, yardım almak, teknolojiyle birlikte gelişti, internet üzerinden doldurulan form, size teslim edilen kart ile yardım süreci de hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Geçmiş ile kıyasladığımızda her şeyin hızlandığı gibi yardımlarda hızlandı.
Belediyelerin sosyal sorumluluklarının yanında yerine getirmesi gereken birçok sorumluluğu var. Sağlıktan eğitime, ulaşıma, sosyal donatılara, parklara, çevre düzenlemelerine, kentin türlü inşasına birçok alanda yapabileceği o kadar çok şey var ki, ancak yazılacak bir kitap ile belki taslağını oluşturabiliriz.
Yardımlara ayrılan bütçe ister istemez, toplumsal yaşamın kalitesini de düşürüyor. Toplumun hem bedenen hem de fikren ihtiyaç duyduğu maddi ve manevi alanda kendisini geliştirebileceği alanlara ne yazık ki yeterli kaynaklar aktarılamıyor. Bunun sebebini ‘ekonomik koşullar’ olarak tanımladık ve sadeleştirdik.
Avrupa Birliği’ne üye olma yolunda birçok kamu kuruluşu ya özelleştirildi ya da maddi varlıklarına son verildi. Örneğin, toplumumuz büyük bir heyecanla TOGG’u bekliyor. İlk deneme olan Devrim otomobili TCDD’nin bağlı ortaklığında Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayi A.Ş. (TÜLOMSAŞ) tarafından üretilmişti. Başarısızlıkla sonuçlandı.
TÜLOMSAŞ devletindi, peki ya TOGG, Turkcell, Zorlu, BMC, TOBB ve Anadolu Efes ortaklığında kurulan anonim şirket tarafından geliştiriliyor. Özelleştirilen, satılan, kapatılan kamu kuruluşlarını burada sıralamak için uzun bir liste yapmamız gerekir.
Savunma sanayiinde bile bugün Türkiye olarak yerli ve milli sermayedarlarımızı oluşturma çabası içerisindeyiz. Üretimi geçtik, sağlık bile artık özelleştirildi, örneğin Bilkent Şehir Hastanesi CCN Grup tarafından işletiliyor ve ticari bir bina…
Artık ülkenin, ülke halkının ihtiyaçları özel şirketler üzerinden üretilerek bir pazar olarak görülen halka sunuluyor.
Kişi başına düşen GSMH’den, halkın payına düşse düşse asgari ücret düşer, yoksulluk düşer. Aileden bir kişi çalışacağına, en az iki kişilik karın tokluğuna çalışılacak ucuz iş gücü düşer. Üretecek, çalışacak, kollara, ellere ihtiyaçları var.
Sosyal devlet ilkesinin sorunsuz işlemesi, sosyal yardımlara ihtiyaç duyulmaması için Devletçilik ve Halkçılık ilkelerinin işletilmesi gerekiyor.
‘Sosyal yardımlara mahkum olmak, artık yetmez mi?’ diye sormayalım mı?
Su üzerinden sürdürülen tartışma bir süredir devam ediyor. Ankara’daki su indirimi beraberinde ise ‘yardım’ tartışmalarını getirdi. Hiç kimse ‘indirim’ kararını tartışmaya açmak istemez, vatandaşın cebini ilgilendiren herhangi bir konu olumlu karşılanabilir. Ancak bu içerisinde siyasi hamleleri barındırıyorsa işte o zaman bizlere fikir yürütülebilecek başka alanlar sunar.
Son günlerde ‘Cumhur ittifakı’ ile yönetilen bazı belediyelerde suya zam kararı belediye meclislerinde görüşülerek kabul edildi. Hepimiz özellikle son iki yıl içerisinde her alanda fiyatların nasıl artış gösterdiğini biliyoruz. Bir çok örnek sıralanabilir ancak kendi sektörümden örnek vermek gerekirse kağıt fiyatlarının son iki yıl içerisinde yaklaşık 4 katına çıktığını söylemek hiçte abartı olmaz.
Ancak beni telaşlandıran konu; İndirim, zam üzerinden süren gündem değil. Kararın hemen ardından ABB’nin yardımları keseceğini duyurması ile yaşanan sms savaşları, yardım alan aileler üzerinden yürütülen siyasi çalışmalar…
Ekonomik sorunların yığıldığı günümüzde, birilerinin zenginliğine zenginlik kattığını düşünürsek, yoksulluğun siyaset alanı haline dönüşmesi, kitlelerin ülke yönetimine bakışında, yorumlamasında, adalet, hukuk, eşitlik, özgürlük gibi alanlar yerine yardımlar üzerinden genel geçer not vermesi, üzerine kafa yormaya değmez mi?
Yardımlar bir tarafta, genel seçimler yaklaşırken EYT, devlete olan borçlarda yapılandırmalar, kredi kolaylıkları, bazı borçların silinmesi, asgari ücretin artırılması gibi konularda gündeme geliyor ve gelecektir.
Ülke insanının maddi gücünün, daha doğrusu yetersizliğinin, siyasetçilerin birincil manevra alanı olması, diğer toplumsal konuları neredeyse unutturuyor.
Ülkemizin gelişimi için Atatürk’ün ilkelerini referans olarak görmek bizim için yol gösterici olacaktır.
Bugün ekonomide alınan, açıklanan her türlü önlem, bilimi, fenni, toplumsal eşitliği, sanayileşmeyi beraberinde getirmediği sürece kısa vadeli önlemler olarak unutulup gidecektir. Ve büyüyen sorunlar beraberinde benzer gündemleri yeniden ortaya çıkaracaktır.
Özelleştirmeler, toprak satışları gibi Cumhuriyetin maddi değerlerini harcayarak geçen zamanda miras yiyenler olarak, gelecek kuşaklar hem bizleri sorumlu kılacak, hem de baş etmeye çalışacakları artan yükün altında kalacaklardır.
Bilime, sanata, eğitime önem vermeyen toplumlar başını kaldırıp dünyada neler olup bittiğini yorumlayamaz. Bizim derdimiz kışlık patates, soğan olmuşsa, ucuz yağ almak, beslenme birincil dertse, işte siyasette buna göre yolunu bulacaktır.
Siyaseti, ülke yönetimini yorumlarken gözlemleyeceğimiz diğer alanları da bulmak ve odaklanmak durumundayız. Bakış açımızı değiştirmek, ülkemiz ve geleceğimiz adına gerekli değil mi sizce?
Türk sinemasının değerli üstadı Kemal Sunal bir filminde uykudan uyanır, kolunda saati bile yoktur, evinin hemen yakınındaki tren yolundan geçip giden trenlerden bilir saatin kaç olduğunu… Kahvaltı yapmak lazım der içinden, kavanozu açar, sadece bir tanecik zeytin, yemeye kıyamaz, ekmeğini banar ve başka bir güne saklar damağına tattırabilmek için zeytini…
Orta direktir, yoksul halkın yoksulluğunu oynar, Zübük filminde bizim siyasilerin rolünü yerine getirir, sever, aşık olur, sevdiği kızı alamaz, dili tutulur kimi zaman, konuşamaz… Yalan yoktur filmlerinde, hayatın kendisini anlatır, güldürürken düşündürür. Aziz Nesinlik memleketimizden bölümler sunar…
Ya şimdi? Uzun zamandır yoksulluğu anlatan bir film izlediniz mi? Herhangi bir dizi de kendizi bulabildiniz mi? Belki aşk sahneleri hoşunuza gider, yakışıklı erkekler ve güzel kızların hayatını izlersiniz.
Kimi zaman evin oğlu babasına meydan okur ama gidemez, babası zengindir, dönüp dolaşıp tekrar evine gelir.
Erkek, sözde sevdiğini jiplerde, son model arabalarda gezdirir, boğaz kenarında, jiplerde, son model arabalarda sevişilir. Yemeği kendileri yapmaz, evin hizmetçisi vardır, arabalarını kendileri sürmez, şoförleri vardır, sıkıldı mı çıkarlar evin bahçesine yüzerler, bahçelerinde havuzları vardır.
Babalar öyle bir babalık yapar ki kızlarına ve oğullarına şirketi teslim eder. Kız ve erkeğin babası rakı sofralarında Fenerbahçe’nin halini konuşurken kız ve erkek evcilik oynarlar.
Bırakın zeytini, kahvaltılarda, öğle yemeklerinde, akşam yemeklerinde envai çeşit yiyecek vardır. Milletin gözüne baka baka son model arabalarda gezer, lüks yerlerde yemek yer, havuzda yüzer, koleje gider, özel üniversitelerde okurlar. Günümüzün dizileri ve bazı filmleri paranın saadetini anlatır.
Ve bizde izleriz… Kimi zaman holding sahibinin en ufak şeye duygulanması, ağlaması bizi mutlu eder. Ortak birşey buluruz zenginlerle aramızda, o da ağlar, biz de ağlarız.
Bizi dizilere bu kadar bağlayan şey bu olsa gerek, insan izlediği şeyde kendinden bişey bulmalıdır. Eğer dizilerde ve filmlerde yoksulluğu izleseydik ve yoksulluğun nereden nasıl geldiğini anlasaydık, oturduğumuz yerde oturur muyduk? Birşeyler yapardık muhakkak, birşeylerin değişmesi gerektiğine inanırdık belki, sorgulardık, düşünürdük…
Hanginiz falanca dizide, “Acaba ne olacak?” sorusundan başka bir soru sorabiliyor? Dizilere bizi bağlayan şey akıcılığı, sonraki bölüme dair bir merak uyandırması… Yani sanatsal birşey göremiyoruz, sanatın bir dalı olan sinema ve televizyonculuk da diğer sanat dalları gibi insana birşeyler katmalı ve öğretmeli…
Neden televizyon bilincimizi ve aklımızı kölesi haline getiriyor? Neden ona inanıyor ve güveniyoruz? Bir afyon halini alan televizyon toplumumuzu nereye sürüklüyor?
Kemal Sunal’ın zeytinine, zengin sofralarını değişebilir miyiz? Ya da Kemal Sunal’ın aşkını zengin zübbesinin aşkına değişebilecek miyiz? Kemal Sunal’ın zübüklüğünü şimdiki dizilerdeki milletvekilleri ile değişebilecek miyiz?
Bir iyilik yapalım kendimize ve “Stand By” (yanımda kal) düğmesine basmadan fişini çıkarıp, afyon almayı bırakalım…
Hayat sensizde güzel!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.