Tarihin akrabaları

featured
service

“Tarih te­ker­rür­den iba­ret” çı­ka­rı­mı bana biraz yavan ge­li­yor ancak, insan te­mel­de ih­ti­yaç­la­rı pe­şin­de koşan canlı ol­du­ğu, doğa da aynı il­ke­ler­le ya­rı­na ak­tı­ğı için, ta­ri­hin olay­la­rı­nın büyük oran­da bun­la­rın ek­se­nin­de mey­da­na gel­di­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum.

Hep ol­du­ğu gibi, ne in­sa­nın ne de ya­rat­tı­ğı kül­tü­rün du­ra­ğan ol­du­ğun­dan bah­se­di­le­bi­lir. Do­la­yı­sıy­la de­ği­şen de­ğiş­ti­rir, de­ğiş­me­yen erken yok olur.

Tarih de, bu günü ve dünü iti­ba­riy­le, hep bu de­ğiş­mez­le­rin ma­te­ma­ti­ği üze­rin­den mey­da­na ge­ti­ril­miş­le­rin olum­lu/olum­suz öy­kü­le­riy­le do­lu­dur. Bun­dan olsa gerek, tarih ve ta­ri­hi ki­şi­lik­ler benim gibi çok meş­gul bi­ri­nin daha dik­ka­ti­ni çek­me­yi ba­şar­dı.

Son yirmi yı­lı­mın hemen her gü­nü­nün bi­ra­zı­nı tarih araş­tır­ma­sı­na ayır­dım. So­nuç­ta es­ki­nin man­tı­ğı­nı kav­ra­dım sa­yı­lır. Bu günü de­ğer­len­di­rir­ken çok işime ya­ra­yan çı­ka­rım­la­rın emek­çi­si­yim. Ba­zı­la­rı bende kal­ma­sın di­yo­rum. Vak­tim ol­duk­ça il­gi­ni­zi çe­ke­ce­ği­ni san­dı­ğım, daha önce ya­şan­mış ve il­ginç olay­la­rı da ya­za­yım is­ti­yo­rum. Hem böy­le­ce, tarih te­ker­rür mü edi­yor, edi­yor­sa nasıl edi­yor­la il­gi­li dü­şü­nen­ler­le se­vim­li bil­gi­ler pay­laş­mış olu­ruz.

Toz ve pul bi­be­re “lüf­lüf” den­di­ği, yüz­ler­ce yıl ge­ri­de kal­mış gün­le­re, bo­ru­nun için­den kağıt mer­mi­nin he­de­fe yol­lan­ma­sı işine “tüf­tüf” den­di­ği gün­ler­den bak­mak benim için eşsiz bir sey­ran.

Tu­va­le­tin Sos­yal Ta­ri­hi adlı ki­tap­tan çok söz ettim bir ara. Onu bana öne­ren çok sev­di­ğim abime, kar­şı­laş­tı­ğım bil­gi­ler­den ötürü et­ti­ğim te­şek­kü­re ce­va­bın söy­le­dik­le­ri­nin için­de “sıç­tı­ğı­nı sak­la­ya­ma­yan me­de­ni­yet üre­te­mez” ifa­de­si de vardı. O gün­den beri ke­di­ler ile ara­mız­da­ki far­kın han­gi­mi­zin le­hi­ne ol­du­ğu­nu dü­şü­nüp dur­mak­ta­yım.

O ki­tap­ta, Or­ta­çağ ve ön­ce­si za­ma­nın Av­ru­pa soy­lu­la­rı, tabi kral­lar dahil, gün­de­me dair top­lan­tı­la­rı­nı, sedir şek­lin­de ya­pıl­mış tu­va­let otu­rak­lar­da yap­mış­lar hayli bir zaman. Dış­kı­la­rı­nı ev­ler­den so­kak­la­ra at­tık­la­rı gün­le­ri de, “aman git­sin de gel­me­sin o gün­ler” gibi ifa­de­ler­de yad edi­yor­lar­mış gibi al­gı­la­mış­tım ni­yey­se.

Paris’in so­kak­la­rın­da, özel­lik­ler soy­lu­la­rı, yani fena zen­gin­le­ri sırt­la­rın­da­ki otu­rak­lar­da ta­şı­yan­lar, ev­le­rin önün­den ge­çer­ken uya­rı­cı ses­ler çı­ka­rı­yor­lar ki ka­fa­la­rı­na malum madde ve tü­rev­le­rin­den atıl­ma­sın diye. Sa­nı­yo­rum, o za­man­lar sa­ray­la­rın par­füm, de­odo­rant gibi ha­ri­ci ko­ku­la­ra çok ih­ti­yaç duy­duk­la­rı za­man­dı. Yük­sek ök­çe­li ayak­ka­bı­lar ve mini etek­le­rin üre­ti­liş ge­rek­çe­si­ne gir­mek is­te­mi­yo­rum.

Bir de dal­ka­vuk­lar işi var. Hadım, köle gibi can­la­rın çek­ti­ği ezaya can kur­ban. Hani, der­di­ni yan­dı­ğı sı­ra­da gü­lüm­se­yip, “se­nin­ki de dert mi kar­de­şim, bizim kra­lın­ki­ni gör­sen” diyen ma­ra­ba­nın kı­la­vuz­lu­ğun­da sa­ra­ya varıp, kra­lın der­di­ni din­le­dik­ten sonra “ben der­di­me kur­ban ola­yım” diyen ozan mi­sa­li, hadım kö­le­li­ğe canı gö­nül­den razı eden ko­şul­la­rı var ga­ri­ban­la­rın. O hal­le­riy­le bile, ne edip edip dal­ka­vuk­luk hak­la­rı fer­ma­nı­nı çı­kart­tır­mış­lar Os­man­lı Sa­ra­yı’ndan. Ondan son­ra­dır ki, dal­ka­vu­ğun en­se­si­ne iki şap­lak atmak şu kadar kaime, bir şap­lak atar­san şu kadar kaime den­miş. Hatta sı­ça­nı kuy­ru­ğun­dan tutup asa­mın bo­ğa­zı­na kadar sal­la­mak şu kadar, bo­ğa­zın­dan be­ri­si şu kadar kaime. Bir de, ağaca çıkıp dal­ka­vu­ğun üze­ri­ne işe­mek yasak edil­miş. Daha ne hak­lar elde et­miş­ler bir bil­se­niz.

Bizim köyde Küd Ali emmi vardı. Rah­met­lik, pek iyi insan ol­mak­la bir­lik­te, ko­lu­nun biri çolak, akli den­ge­si de tam de­ğil­di. Yaş­lı­lık za­ma­nı­na denk gel­di­ğim o gün­ler­de dalga ge­çen­le­re küfür et­ti­ği­ni anım­sı­yo­rum. Onu ta­nı­yan­lar, genç­ken her hali ile top­lum­da kabul gören, say­gı­lı ve den­ge­li insan ol­du­ğu­nu söy­ler­ler­di. Niye böyle ol­du­ğu­na dair me­ra­kı­mı gi­der­mek is­te­yen bir bü­yü­ğü­müz, dağda ço­ban­lık ya­par­ken ce­bi­ne mi, koy­nu­na mı yılan koy­muş­lar, o da ak­lı­nı oy­nat­mış. Üzül­müş­tüm, halen de üz­gü­nüm. Bi­ri­si için “onun ce­bin­de yılan var” de­di­ğin­de o günkü üzün­tü­mün ana gö­rün­tü­sü gelir gö­zü­mün önüne.

Ana de­miş­ken, ana­mın ca­nı­nı sıkan fakat son gün­ler­de alış­tı­ğı­nı dü­şün­dü­ğüm bir du­ru­mu­nu da an­la­ta­yım size.

Annem, “bizim bi­na­da­ki ayıyı hiç sev­mi­yo­rum, asan­sör­de bana düş­man gibi ba­kı­yor” der demez, “kim o” dedim. “Sorma, bizim yan komşu ayı bes­li­yor evin­de, bir ya­şı­nı yeni geç­miş” de­yin­ce an­la­dım çı­ğı­rın­dan çık­mış bir bağ­lan­ma­dan söz et­ti­ği­ni.

Gü­lüm­se­dim tabi de, annem kar­şı­sın­da kom­şu­suy­la aynı ka­fa­da biri var­mış gibi si­nir­li si­nir­li baktı. Bir şey de­me­di de, ben bütün de­dik­le­ri­ni an­la­dım.

O ara Ünal da kendi der­di­ni an­lat­mak sı­ra­sı­nı bek­li­yor­du. Annem çay­la­rı ma­sa­ya bı­ra­kır bı­rak­maz, Ünal baş­la­dı: “… üs­tü­nü ba­şı­nı ha­zır­la, yarın ha­yır­lı bir işi­miz var dedi” bana. Allah ya­la­nı sev­mez çok se­vin­dim. An­la­dım ki kız bak­ma­ya gi­de­ce­ğiz. Uy­la­şır­sak, dünür gi­de­riz diye ge­çir­dim ak­lım­dan. Sa­ba­ha kadar pan­tol ayar­la, göm­lek ayar­la, ütüle mü­tü­le der­ken uy­ku­suz kadım. Sabah var­dım kir­ve­min ya­nı­na. Hoş­beş­ten sonra, yen­ge­ye ses­len­di. “Gız Ne­ri­man, Ünal’a eski püskü bir şey­ler ver, saman ta­şı­ya­ca­ğız. Haydi buyur hocam” der demez, an­ne­min ken­di­ni zor tut­tu­ğu­na dair ipucu veren cüm­le­si düştü or­ta­mı­za. “o da tam ayıy­mış ha. Bizim ayı ondan iyi de­se­ne.”

O anda ak­lı­ma geldi de Ünal’ın yan­lış an­la­ya­bi­le­ce­ği­ni dü­şü­ne­rek di­ye­me­dim; hani eşeğe düğün da­ve­ti­ye­si gel­miş de, eşek hü­zün­lü bir sa­kin­lik­le, “be­nim­ki ya sopa, ya da yük ta­şıt­tı­ra­cak­lar” demiş ya.

Ta­ri­hi sevip sev­me­di­ği­ni­zi bil­mi­yo­rum ancak teş­bih­te hata ol­ma­zı bil­di­ği­niz­den adım gibi emi­nim.

Ha­ya­ta say­gı­lı olmak onu sev­me­nin en ce­sa­ret­li tav­rı­dır.

Tarih olmak ile ta­ri­he mal olmak bi­lin­ci de öyle.

Tarihin akrabaları