Yakasını yırtmış, dizlerine vuruyordu Zeynel. Gözlerinin etli kesimleri biber kırmızısı, yüzünden buğulanan insan rengine ad bulmak şöyle dursun, akla hayale gelmeyecek tonda umutsuzluk ve öfke bulaştırıyordu bizlerin ruhuna.
Canıyla birlikte, damarlarından beynine ulaşan ışın ısısıyla insanlığı da yanmıştı. Üzüm gülüşlü halini hatırlıyorum; ellerindeki tombulluk, dişlerinin dışa zorladığı dudaklarındaki gülmelerin türkülere bulaştığı hal ve sırım gibi sıkılıkta etleriyle toprak sinesinde mağrur yatan travertenlere benzetirdi onu. Bir de akşam üzeriyse, bildiğin masal kahramanlarına döner, gözlerine yığılan hardal rengi uçurumları gökyüzüne bağışlarcasına görmezden gelirdi.
İşte o anlarda sevimlileşir, umuda dönerdi varlığına giydiği her hali. Nevruzların yarıp çıktığı bulgurumsu karlar dahil, bütün tepeler O’na gülümser, keklikler bile onun mırıldandığı türküleri öterdi. Şırıltılarına gönül iliştirdiğimiz suların candanlığı da O’nun bakışlarıyla birbirine ulanır, sahibini yitireli çok olmuş seslere şiir nakışlayarak geçip giderdi masallı diyarlara.
Anasının bal gözlü yavrusuydu O. Dilinde binlerce yıl ötesinin yürek yumuşatan tadını barındıran, masumiyetiyle merhametin enginine damlayan, ellerinde som duygudan ibaret yangın taşıyan, mucizeler mucizesiydi. Biz o zaman, turuncu yanıydık kavgaların. Yani, kimse bize neden kavga ettiğini söylemez, duyduklarımızın hayal olduğuna inandırmak için her türlü yolu denerlerdi. Oysa ne büyük gövdeli, ne kadar güçlü ve konuşkan insandılar her biri. Gözleriyle konuştukları gibi sustuklarıyla da anlaşabiliyorlar, hatta yaralarından taşan kanlara güneş renkli örtü bile örtüyorlardı.
Zeynel, babasının Avrupa’lardan getirdiği umutlu havayı bölüşüyordu bizimle. O zaman her evin kendir tarlası olur, ekilir biçilir, taneleri kavurgalık çedene, otu çöpü de kendir ipine dönüştürülürdü. Sohbetlerimizi kendir tarlalarının tam da ortalarında yapardık. Bizimkisi kuşlar kadarlık, bulutlar gibilik, türkülere benzerlikti. Toprağın elimize değişi bile şiir kokar, gözlerimiz gözlerimize emzirirdi koşulsuz kardeşliğimizi. Üstelik, iki yakası bir araya gelmeyenlerimizin yaşadığı ve çaresizliğin yaratan mahzunluğa aldırmadan.
O, bembeyazını severdi kuşların. Delicesine seyrine dalar, uğunurcasına hayret yaşardı. Ne zaman ki tarlalara çökmüş kuş zurbası, Zeynel’in gözüne takılmıştır yüzde yüz. Uzaktan da olsa, kumruların süt beyazını işaret ederdi o kadar kuşun ortasında. Kar beyazı, bulut beyazı, süt beyazı ve diş beyazı der dururdu.Umut beyazını çok sonra kullandı. Ankara’ya geldikten sonra desek daha doğru olur. Altındağ’da bir gecekonduda kuş besleyen tanışlarının olduğunu söylerdi. Onlardan söz ederken arada bir ağzından kaçırırdı umut beyazını. Bana da O’ndan kaldı. Umut ile ilgili en etkileyici betimlemeleri de O’ndan duydum.
Yağmurlu bir gün, (Nargül’e henüz kıymamışlardı) “bulutların ölümü de bu üstat, umut beyazının eriyip toprağa gark olmasıyla son bulurlar” demişti. Oradan kaldı aklımda. Hem o söyleyişi, hem de mağrur ve kıvanık duruşundaki saygıdeğerlik. Gülümser halini hiç yitirmedi. Her sözcük anlam kıvamına kesinlikle biraz gülüş sürünür gelirdi gönlümüze doğru. Büyük güler, küçük hüzünlenirdi. Kahkahasına hiç rastlamadım. Aramızda hiç kimse rastlamamış hatta. Hüznü de, saniyeler sürmez gömerdi gönlünde bir çukura.
Hatip Çayı ile ilgili anıları dinler, kaşla göz arasında, bizlerden her kimi bulursa anlatır, taktir ya da hayret ifadelerimizi umardı. Bizler de (özellikle ben) hiç mi hiç esirgemezdik böyle şeyleri O’ndan. Arada bir, çak yapıp satıldığımız da olurdu. Kalenin dibinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma saklanma yerine daldığı anları anlatırken ki korkulu yüzünü hiç unutamıyorum. “Kızım oldu ağa kızım” dediği günden bu yana nerden baksan on dört sene geçmiş. Aktaş’tan yüklendiği kömürün tozuyla karalaşmış yüzünde umudun beyazı pırıl pırıl kanat çırpıyor, gülümseyişi taşa sinen türküler kadar enginleşiyordu. Hiç fırsat vermeden, kömürüyle birlikte sarılıp öptüm sevgiyle. Yüreği kabarmış, gözleri buğulanmıştı.
“Adını Nargül koydu Seyit Ali, ben de tamam dedim.” Seyit Ali de çocukluk arkadaşımızdı. Yerinde durmayan, köyde ne var ne yok anında haber alan, Sultan Ana’yı kızdıra kızdıra deli eden afacan. Ne güzel de isim bulmuş kıza. Nargül.
Ufak bir hal hatır sorgusundan sonra ayrıldık. Ben yukarıya, o da Keçiören istikametinde yürüdü gitti. Zaten ileride sağda, tepenin yüzünde bir gecekonduda oturuyorlardı. Kıyıcılar on üç yaşında, kıymışlardı Nargül’e. Zeynel bu konuyu ruhunda kapanması imkansız bir yara olarak alıp saklamış, bizler O’nu her gördüğümüzde yarasından yaralanıp çocukluğumuza kaçardık.
“Gülüşü Sultan Ana’nın Seyit Ali’yi kovalarken ki yüz halini hatırlatıyor Nargül’ün” dediği günü hatırlıyorum; dudaklarında yılların eskitenliği çırpınıyor, alnında süt beyazı lekeler tomurcuklanıyordu. Kuşların süzülüşü, şehrin uğultusu ve göğün zavallı sakinliği saçlarından asılmışlar heyecan devşiriyorlardı O’ndan.
“Anam da kendine benzetiyor Nargül’ü. Eee bizimki de dudak mudak büküyor ama fazla da ileri gitmiyor.” “Babama benzetenler de olmuyor değil. Sana bir şey diyeyim mi? En çok da babama benzetilince mutlu oluyorum biliyor musun?”
O bizim en nazlımızdı. Altındağ eteklerinde, yüreği çatlamış halde kucakladığı yavrusuyla çekilmiş fotoğrafında bir baba yaşarken nasıl ölü dururu gördüğüm günün üzerinden sekiz sene daha geçmiş. Şu gün olmuş halen yakasını yırtmış dizlerine vuruyor halde duruyor Zeynel bende.
Nargül’ün yüreğini çatlatan beyaz zehirlerden hangisinin rengiydi bilmiyorum. O “çocuklar ölmesin” diyen ilkimizdi.
Süt beyazı umut olanımız. Peşinden simsiyah ağladığımız.