Sende mi siyah ağlıyorsun?

featured
service

Ya­ka­sı­nı yırt­mış, diz­le­ri­ne vu­ru­yor­du Zey­nel. Göz­le­ri­nin etli ke­sim­le­ri biber kır­mı­zı­sı, yü­zün­den bu­ğu­la­nan insan ren­gi­ne ad bul­mak şöyle dur­sun, akla ha­ya­le gel­me­yecek tonda umut­suz­luk ve öfke bu­laş­tı­rı­yor­du biz­le­rin ru­hu­na.

Ca­nıy­la bir­lik­te, da­mar­la­rın­dan bey­ni­ne ula­şan ışın ısı­sıy­la in­san­lı­ğı da yan­mış­tı. Üzüm gü­lüş­lü ha­li­ni ha­tır­lı­yo­rum; el­le­rin­de­ki tom­bul­luk, diş­le­ri­nin dışa zor­la­dı­ğı du­dak­la­rın­da­ki gül­me­le­rin tür­kü­le­re bu­laş­tı­ğı hal ve sırım gibi sı­kı­lık­ta et­le­riy­le top­rak si­ne­sin­de mağ­rur yatan tra­ver­ten­le­re ben­ze­tir­di onu. Bir de akşam üze­riy­se, bil­di­ğin masal kah­ra­man­la­rı­na döner, göz­le­ri­ne yı­ğı­lan har­dal rengi uçu­rum­la­rı gök­yü­zü­ne ba­ğış­lar­ca­sı­na gör­mez­den ge­lir­di.

İşte o an­lar­da se­vim­li­le­şir, umuda dö­ner­di var­lı­ğı­na giy­di­ği her hali. Nev­ruz­la­rın yarıp çık­tı­ğı bul­gu­rum­su kar­lar dahil, bütün te­pe­ler O’na gü­lüm­ser, kek­lik­ler bile onun mı­rıl­dan­dı­ğı tür­kü­le­ri öter­di. Şı­rıl­tı­la­rı­na gönül iliş­tir­di­ği­miz su­la­rın can­dan­lı­ğı da O’nun ba­kış­la­rıy­la bir­bi­ri­ne ula­nır, sa­hi­bi­ni yi­ti­re­li çok olmuş ses­le­re şiir na­kış­la­ya­rak geçip gi­der­di ma­sal­lı di­yar­la­ra.

Ana­sı­nın bal gözlü yav­ru­suy­du O. Di­lin­de bin­ler­ce yıl öte­si­nin yürek yu­mu­şa­tan ta­dı­nı ba­rın­dı­ran, ma­su­mi­ye­tiy­le mer­ha­me­tin en­gi­ni­ne dam­la­yan, el­le­rin­de som duy­gu­dan iba­ret yan­gın ta­şı­yan, mu­ci­ze­ler mu­ci­ze­siy­di. Biz o zaman, tu­run­cu ya­nıy­dık kav­ga­la­rın. Yani, kimse bize neden kavga et­ti­ği­ni söy­le­mez, duy­duk­la­rı­mı­zın hayal ol­du­ğu­na inan­dır­mak için her türlü yolu de­ner­ler­di. Oysa ne büyük göv­de­li, ne kadar güçlü ve ko­nuş­kan in­san­dı­lar her biri. Göz­le­riy­le ko­nuş­tuk­la­rı gibi sus­tuk­la­rıy­la da an­la­şa­bi­li­yor­lar, hatta ya­ra­la­rın­dan taşan kan­la­ra güneş renk­li örtü bile ör­tü­yor­lar­dı.

Zey­nel, ba­ba­sı­nın Av­ru­pa’lar­dan ge­tir­di­ği umut­lu ha­va­yı bö­lü­şü­yor­du bi­zim­le. O zaman her evin ken­dir tar­la­sı olur, eki­lir bi­çi­lir, ta­ne­le­ri ka­vur­ga­lık çe­de­ne, otu çöpü de ken­dir ipine dö­nüş­tü­rü­lür­dü. Soh­bet­le­ri­mi­zi ken­dir tar­la­la­rı­nın tam da or­ta­la­rın­da ya­par­dık. Bi­zim­ki­si kuş­lar ka­dar­lık, bu­lut­lar gi­bi­lik, tür­kü­le­re ben­zer­lik­ti. Top­ra­ğın eli­mi­ze de­ği­şi bile şiir kokar, göz­le­ri­miz göz­le­ri­mi­ze em­zi­rir­di ko­şul­suz kar­deş­li­ği­mi­zi. Üs­te­lik, iki ya­ka­sı bir araya gel­me­yen­le­ri­mi­zin ya­şa­dı­ğı ve ça­re­siz­li­ğin ya­ra­tan mah­zun­lu­ğa al­dır­ma­dan.

O, bem­be­ya­zı­nı se­ver­di kuş­la­rın. De­li­ce­si­ne sey­ri­ne dalar, uğu­nur­ca­sı­na hay­ret ya­şar­dı. Ne zaman ki tar­la­la­ra çök­müş kuş zur­ba­sı, Zey­nel’in gö­zü­ne ta­kıl­mış­tır yüzde yüz. Uzak­tan da olsa, kum­ru­la­rın süt be­ya­zı­nı işa­ret eder­di o kadar kuşun or­ta­sın­da. Kar be­ya­zı, bulut be­ya­zı, süt be­ya­zı ve diş be­ya­zı der du­rur­du.​Umut be­ya­zı­nı çok sonra kul­lan­dı. An­ka­ra’ya gel­dik­ten sonra desek daha doğru olur. Al­tın­dağ’da bir ge­ce­kon­du­da kuş bes­le­yen ta­nış­la­rı­nın ol­du­ğu­nu söy­ler­di. On­lar­dan söz eder­ken arada bir ağ­zın­dan ka­çı­rır­dı umut be­ya­zı­nı. Bana da O’ndan kaldı. Umut ile il­gi­li en et­ki­le­yi­ci be­tim­le­me­le­ri de O’ndan duy­dum.

Yağ­mur­lu bir gün, (Nar­gül’e henüz kıy­ma­mış­lar­dı) “bu­lut­la­rın ölümü de bu üstat, umut be­ya­zı­nın eri­yip top­ra­ğa gark ol­ma­sıy­la son bu­lur­lar” de­miş­ti. Ora­dan kaldı ak­lım­da. Hem o söy­le­yi­şi, hem de mağ­rur ve kı­va­nık du­ru­şun­da­ki say­gı­de­ğer­lik. Gü­lüm­ser ha­li­ni hiç yi­tir­me­di. Her söz­cük anlam kı­va­mı­na ke­sin­lik­le biraz gülüş sü­rü­nür ge­lir­di gön­lü­mü­ze doğru. Büyük güler, küçük hü­zün­le­nir­di. Kah­ka­ha­sı­na hiç rast­la­ma­dım. Ara­mız­da hiç kimse rast­la­ma­mış hatta. Hüznü de, sa­ni­ye­ler sür­mez gö­mer­di gön­lün­de bir çu­ku­ra.

Hatip Çayı ile il­gi­li anı­la­rı din­ler, kaşla göz ara­sın­da, biz­ler­den her kimi bu­lur­sa an­la­tır, tak­tir ya da hay­ret ifa­de­le­ri­mi­zi umar­dı. Biz­ler de (özel­lik­le ben) hiç mi hiç esir­ge­mez­dik böyle şey­le­ri O’ndan. Arada bir, çak yapıp sa­tıl­dı­ğı­mız da olur­du. Ka­le­nin di­bin­de, İkinci Dünya Sa­va­şı’ndan kalma sak­lan­ma ye­ri­ne dal­dı­ğı an­la­rı an­la­tır­ken ki kor­ku­lu yü­zü­nü hiç unu­ta­mı­yo­rum. “Kızım oldu ağa kızım” de­di­ği gün­den bu yana ner­den bak­san on dört sene geç­miş. Aktaş’tan yük­len­di­ği kö­mü­rün to­zuy­la ka­ra­laş­mış yü­zün­de umu­dun be­ya­zı pırıl pırıl kanat çır­pı­yor, gü­lüm­se­yi­şi taşa sinen tür­kü­ler kadar en­gin­le­şi­yor­du. Hiç fır­sat ver­me­den, kö­mü­rüy­le bir­lik­te sa­rı­lıp öptüm sev­giy­le. Yü­re­ği ka­bar­mış, göz­le­ri bu­ğu­lan­mış­tı.

“Adını Nar­gül koydu Seyit Ali, ben de tamam dedim.” Seyit Ali de ço­cuk­luk ar­ka­da­şı­mız­dı. Ye­rin­de dur­ma­yan, köyde ne var ne yok anın­da haber alan, Sul­tan Ana’yı kız­dı­ra kız­dı­ra deli eden afa­can. Ne güzel de isim bul­muş kıza. Nar­gül.

Ufak bir hal hatır sor­gu­sun­dan sonra ay­rıl­dık. Ben yu­ka­rı­ya, o da Ke­çi­ören is­ti­ka­me­tin­de yü­rü­dü gitti. Zaten ile­ri­de sağda, te­pe­nin yü­zün­de bir ge­ce­kon­du­da otu­ru­yor­lar­dı. Kı­yı­cı­lar on üç ya­şın­da, kıy­mış­lar­dı Nar­gül’e. Zey­nel bu ko­nu­yu ru­hun­da ka­pan­ma­sı im­kan­sız bir yara ola­rak alıp sak­la­mış, biz­ler O’nu her gör­dü­ğü­müz­de ya­ra­sın­dan ya­ra­la­nıp ço­cuk­lu­ğu­mu­za ka­çar­dık.

“Gü­lü­şü Sul­tan Ana’nın Seyit Ali’yi ko­va­lar­ken ki yüz ha­li­ni ha­tır­la­tı­yor Nar­gül’ün” de­di­ği günü ha­tır­lı­yo­rum; du­dak­la­rın­da yıl­la­rın es­ki­ten­li­ği çır­pı­nı­yor, al­nın­da süt be­ya­zı le­ke­ler to­mur­cuk­la­nı­yor­du. Kuş­la­rın sü­zü­lü­şü, şeh­rin uğul­tu­su ve göğün za­val­lı sa­kin­li­ği saç­la­rın­dan asıl­mış­lar he­ye­can dev­şi­ri­yor­lar­dı O’ndan.

“Anam da ken­di­ne ben­ze­ti­yor Nar­gül’ü. Eee bi­zim­ki de dudak mudak bü­kü­yor ama fazla da ileri git­mi­yor.” “Ba­ba­ma ben­ze­ten­ler de ol­mu­yor değil. Sana bir şey di­ye­yim mi? En çok da ba­ba­ma ben­ze­ti­lin­ce mutlu olu­yo­rum bi­li­yor musun?”

O bizim en naz­lı­mız­dı. Al­tın­dağ etek­le­rin­de, yü­re­ği çat­la­mış halde ku­cak­la­dı­ğı yav­ru­suy­la çe­kil­miş fo­toğ­ra­fın­da bir baba ya­şar­ken nasıl ölü du­ru­ru gör­dü­ğüm günün üze­rin­den sekiz sene daha geç­miş. Şu gün olmuş halen ya­ka­sı­nı yırt­mış diz­le­ri­ne vu­ru­yor halde du­ru­yor Zey­nel bende.

Nar­gül’ün yü­re­ği­ni çat­la­tan beyaz ze­hir­ler­den han­gi­si­nin ren­giy­di bil­mi­yo­rum. O “ço­cuk­lar öl­me­sin” diyen il­ki­miz­di.

Süt be­ya­zı umut ola­nı­mız. Pe­şin­den sim­si­yah ağ­la­dı­ğı­mız.

Sende mi siyah ağlıyorsun?