Hayat aceleye gelmez

featured
service

Her aklına geleni onun içine sığdırmaya çalışmak kadar, hayatı uzun sanmak da en büyük yanılgısı insanoğlunun.

Çok söyledim, bir daha söyleyeyim, hayat sadelik ve anlam üzerine yaşanır. Aksi halde telaş, bitmek bilmeyen işler ve stres işgalinde tükenir gider ömür. Hem de, umulmadık bir anda. Eskiler buna kaşla göz arasında derler. Aynen öyle, bir varmış bir yokmuş olur insanın öyküsü.

Tamahkarlık insanın vicdanı ile arasına dağlar eken bir hastalık. Doymam sanmak, tedavisi olmayan türden bir hastalıktır. Ömrün belası. Hep banacı bilincin, telaşla birlikte kışkırtıcı güçlerinden sayabileceğimiz hırs da bunlarla akraba. El gördü şatafatın tedarikinde adları çok çalışmak olarak geçse de, hırs ve tamahkarlık hayatın anlamlı alanına olan körlüğün de sebeplerinden.

Çok çalışmanın da amacı, hızı ve sadeliği var. Hayata ana rengi veren anlamı üretmek ve bölüşmek eylemlerinin anası da bu üç şey.

Ruhun temel dengesi çerçevesinde, kişinin öz gerçeklerine uygun eylem ve işleyişin beklenen sonucuna amaç diyebiliriz. Hız ise, eylemlerin acele veya doğal seyrindeliği ile ilgili bir değişken. Dolayısı ile sürecin kalitesini doğrudan etkiler. O nedenle hızın, amaç, girdi ve süreç uyumuna tam ayarlı olması beklenir. İnsan hayatı bağlamında buna, “yeri ve zamanı geldikçe” azaltılan veya artırılan hareket ivmesi diyebiliriz.

Yavaşlık ve aşırı hızın sonuçlarını dünküler de biliyordu, şimdi biz de biliyoruz. Aşırısı için dili ballı Türkmenim durumu veciz olarak özetlemiş; hızlı giden atın boku seyrek düşer. Yetersiz hız için de, tavşan ile kaplumbağanın yarışını anımsatayım, sizler uyarlarsınız.

Sadeliğe gelince.
İnsanın ömrünü bahşiş alan kargaşanın önlenmesi adına seçenek olarak önerdiğim saygıdeğer arılık ve duruluk demek mümkün sadeliğe. İnsanın belli bir düzeydeki stresi kaldırabildiği fakat o sınırı geçince bedeni ve ruhunun işleyişinin bozulduğu hepimiz tarafından gözlenmiş gerçeklerdendir. Doğal akışın oylumunda ve kendi doğal yapısının azami sınırlarını aşmayan her şey zorlama da olsa aralıklı dinlenme, beslenme ve kısa süreli moral destekle doyum sağlayan başarıyı yakalayabiliyor insan.

Buradaki sadelikten kastım, amacın, davranış ve eylemin, zaman ve coğrafyanın, harcanacak güç ve maddi imkanın aklı, vicdanı ve bedeni zorlamayacak, her ikisini de sonucun tadını yaşayacak sakinlikten ve sadelikten uzaklaştırmayan haldir. Özcesi, hastalık (marazi durum) yaratmayandır.

Sade olan dinlendirdiği gibi yaşama sevincini çoğaltan doğal bir sanat eseridir.

Biz insanlar, yaratılış gereği her çabamızın sonucunun olumlu olmasını bekleriz. Gerek sonuç gerek ise sonucun bu tür olmasını bekleyen insanın can hıraç doğal imkanlarını zorlamasının bir takım sebepleri var tabi.

Bunların en önemlisi olarak gördüğüm temel değişken, gerçeklik algısının az ya da çok ölçüde yitirilmiş olduğumuzdur. İçsel dayanıklılığın göstergesi olan duygu güçlülüğü ile yine anatomik özgünlüğü ile sınırlı fiziksel gücünü, yanılgılarının peşinde tüketmek, zamanla biçare edebiliyor insanı.

Çoğunlukla sanal düzlemde yaşadığı toplumsallığını onaylamış, kendini mutlu eden halden yoksunluk, daha fazla harcanmaya, tükenmeye doğru sürüklüyor insanı.

İnsan şu dünyada ne kadar yer içerki? Biraz daha karikatürize ederek dikkat çekeyim, olsa olsa cürmü kadar yer yakar. Gerçeği bu kadar bariz olan insan, tek kullanımlık ve de tek şansı olan yaşamak hakkını özenle kullanmalı değil mi?

Geçenlerde eğitimci bir arkadaşım, sakinleştirici ilaç kullanmaya başladığını, dünyada ve yakın çevresinde olan bitenden neredeyse haberi dahi olmadığını, hatta bu duyarsızlıktan da memnun olduğunu ifade etti.

Tamam da, duyarlılık ve dikkat yeteneği zoraki ortadan kaldırılmış bir canın iyiye ve güzel olana duyarlılığından emin olunabilir mi?

Kararı siz verin, ben sözü toparlayayım.

Gözü doymazlığın temelinde yatan acı gerçek hayatın anlamına dair fikirsizliktir. Siz buna gönül gözü körlüğü de diyebilirsiniz. Mala (eşyaya, maddeye, paraya) kölelik bu cehaletin inşaa ettiği sosyal öğrenme ve alışkanlık bütünüdür. Ruha acı veren, yaraya yara kanı sürerek iyi etmeye çalışmak gibi de algıladığım, gediği daha fazla maddiyatla doldurmak çabasıdır. Arada bir de olsa, değerler ölçeğinde kıyasa zaman bulamayan insanın yaşamı da, sebebini dahi unuttuğu derdine çare amaçlı ömrü çar çur etmesinden ibaret hal aldı gibime geliyor.

Şirazi ne güzel demiş, “ey kanaat beni zengin et, senden daha üstün bir nimet yok”.

Aynen öyle. Kanaat ehli olmak içsel bir disiplin işidir. Madde ile mananın üretim veya tüketim dengesini ayarlayabilen her can bu mertebedir.

Telaşın, kargaşanın ve hızın hakimiyetini kırmak, sadeliğe ulaşıp hayatı eşsiz tadıyla yaşamak, mecbur olmadığımız dertleri tarihin çöplüğüne atmak için herkes aklına ve gücüne bu uğurda bir şans vermeli.

Yoksa, zulüm, karanlık, açlık, iklim, para, ideoloji, günübirlik umutlar, öteki, beriki, ilaç, organ hırsızlığı, taciz, tecavüz, hile, hurda, mal mülk davaları, savaşlar, haklılık ve haksızlık gibi kelimelerin geçtiği cümlelerin konuşucu kölesi olarak elli yüz yıl kalır sonra geçip gideriz bu zübükler arenasından.

Kerkük’lü bir ustam ne güzel demiş:

Dünya malı yok olur,
Muhtaç olan çok olur;
Ne görmüş başın eğer,
Ne görmemiş tok olur.

Allah, eyvallah!

Hayat aceleye gelmez

Yorumlar kapalı.