Ankara.
Tarihi eski, hali mütevazi, işlevi devlet kadar mühim bir şehir.
İşin içinde İstiklal Mücadelemizin kahramanlarının hatıraları da olunca, sevmek çok hafif kalıyor onunla ilgili şeyler söylerken.
Ciddiye alıyorum Ankara’yı.
Bozkır kasabası sayılırken, kısa sürede dünyanın en haklı devletinin başkenti olmak sahiden ciddi bir değişim ve gelişim.
Sabah erkenden merkezdeki tarihi yerlerini dolaştım; güzelden öte şeyler gördüm. Ne çok şey konuşur bir şaire, herbir görüntüsü şiirin renginde yaşamaya durmuş yapılar, taşlar, dağlar, kale, yollar, yolaklar ve kültürel bellilikler .
Bir şehri kimliğinden yakalayamazsanız anlayamazsınız. Anlamak yok ise sevmek imkanı da olmaz. Kimlik dediğim şey, bilinen kültürel tarihinden, coğrafyası ve üretim akarındaki gücüne kadar her bir şeyi kapsayan değerleridir. Bu anlmada, Ankara’nın nesi var nesi yok bahsine girmeyeceğim fakat çok şeyi olduğu halde, tanınmış (popüler) ortamlarda konu edilmediğinden dilde ve gönülde hak ettiği kadar yer tutmadığını belirteyim.
Ulus’ta, Gazi Paşa’nın ve İstiklal Mücadelemizi simgeleyen insan heykellerinin görkemi gölgesinde hizmet veren, daha ziyade simit ve çay ile müşteri ağırlayan güzel bir yerde oturdum, gördüklerimi ve aklıma gelenleri yazayım istedim.
Haydi buyrun.
İnsan ömrü kadar faydalanabiliyor dünya nimetlerinden, bu nedenle yaşarken yarına duyarlı olmak kadar vicdan terazisi kullanmak da önemli diye düşünürken masaya çay getiren genç kardeşime “okuyor musunuz” dedim, “yok be abi, okuyup da ne olacak, üniversite mezunu olarak buralarda çalışmak benim çok zoruma gider” dedi. Gözlerinde söylediğine inanmışlığın buğulu tütümü vardı, üstelik çağını “özentili insanların delilikleri” yüzünden yaşanılır bulmadığını üstüne basa basa vurgulayarak söylüyordu bunları. “Hem çalış hem oku” önerime de, hüzün çöreklenmiş yüz ifadesi ile burun kıvırıp “zaman kaybı abi” karşılığını verdi.
Biliyorum, sizlerin benden daha çok söyleyecekleri var, ancak yine de bir yeniden eklemeliyiz gelecekteki güzel günlere götüren yollardaki kervana bu güzel çocukları.
Ha bir de, giyilebilir teknoloji konusunu diyecektim; tuhaf bir ifade “giyilebilir teknoloji”. Söylenişi ruhumuzu çiziyor, doğal hissimizi makinamsı gıcırtılara çekiyor. Ne dersek diyelim, insanlığın giydiklerinin en değiştiricileri “teknolojik giysiler”. Saat ile başlatır isek, telefon, kulaklık, parmak matikleri, radyolu/radarlı takılar, ışıklı ayakkabılar, elektronik donanım içeren ceketten iç giysilere kadar bir sürü şeyi sayabiliriz bu liste için. Daha da ileri derecede etkili olanlar var, kalp destek cihazlarından, dijital veri alışverişine imkan sağlayan deri altına eklenebilen çipler gibi. Elbette, benim aklıma gelmeyenler ve bilmediklerim de vardır.
İnsanı, özellikle kontrol edilebilir alanlarda tutabilmek, “standart” veya kalıp diyebileceğimiz özelliklere uyumlu hale getirmek, dış alanda oluşturulan tekno şehirler, tekno cadde ve tekno evlerdedeki kural ve eşgüdüme ses çıkarmayan biyolojik robota çevirme işini hızlandırmak dünyadaki insan kaynakları pazarı borsasının yeni hedefi gibi.
Komplo dili kullandığımı düşünmüyor değilim fakat bir gittikçe bizim dahi, anlamak için bir kaç saniye düşünmemiz gereken duyguların biyolojik ortam değerlerini (ısı, hareket, bağ değişimi, bölünme,birleşme vb) anında değerlendirip, gereğini öneren teknolojik düzeyin, doğal canlılık adına iyiye yordanacak özellikleri kötüye nazaran çok az. Beni en çok kaygılandıran, düşünme ve düşleme yetisiyle birlikte, doğanın kendi işleyişi içindeki haddini kaybediyor olması insanlığın. Evet, uzayda hayat ortamı meydana getirilebilir, ancak hangi canlının yaşatılacağı konusu tam belli değil.
Tıp alanında profesör, saygıdeğer bir hocam ile radyo programımızın birinde, gelecekteki dünya konusunda konuşurken, “insanlar kaya dağlarından yiyecek üretecekler” dediğimde, hocam “pek erken ifade ettin Abbas hoca” diyerek bunun olabilirliğine dikkat çekmişti. Çocukların yediklerine, içtiklerine ve giydiklerine dikkatli bakınca, dünyada kendi dilini ve kültürünü okyanus taşığı misali insanlığın üzerine örtmeyi kendileri adına vazgeçilmez zorunluluk gören üst akıl öbekleri var.
Hasta olmuşsunuz, yoksul olmuşsunuz, savaş ortasında hayvan misali cesediniz kurtlanmış ve saire gibi şeylerin ne anlama geldiği bilgisini dahi yitirten doyumsuzluğun mimarları Hiroşima’ya atom bombası atanlar gibi, Birleşmiş Milletler kampının yakınında açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun ölümünü bekleyen akbabanın fotoğrafını (sırf ödül almak adına) keyifle çekenler gibi, anne ve babalarına kıydıkları sabilere uluslararası evrensel vicdan ölçüleri edebiyatıyla destek fonu oluşturanlar gibi, madenlerini çaldıkları yerlilere medeniyet götürmeye çırpınan büyük oyuncular gibi, bundan nemalandığı sebebiyle insanın ayaklar altında kalmasına inceden ince katkı sunan kimi yazar çizerler gibi yine kaybedecekler diye düşünüyorum.
Niye mi? Emperyalizmin ve dolayısıyla kapitalizmin tarihi, insanlık tarihinin yanında, hiç denebilecek kadar bir geçmişe sahip. Bu derece farktan, büyük insanlığın galip çıkmasından daha doğal ne olabilir gelecekte.
Bu bile yeter, umudu vicdanıyla denk getirmeye çalışan insanlar için.