Filinta’nın türküsü

featured
service
Nasıl da sakınmıştı kendini, gözlerini kısarak, ellerini kafasına örtüp, başını sola eğerek. Gözlerinde, masumiyetine de sebep olan çaresizlik olabildiğince boyvermiş. Avuçları tam kapanmasa da, alnına düşen gölgenin verdiği korunmuşluk içgüdüsüne bırakıyordu çok defa kendini.Hiç birşey ilk değildi ki Filinta için.Saniyeler sonra unutuyor, bedenini hükmü altına almış, huzurlu ve hareketli dünyayı kendini sevenlerin ortamlarına saçıyordu. Kıpır kıpır, korka korka tuttuğu ritimlerin hangi hoyrat el ile cezalandırılacağını yarı ürkek halde bekler gibi dalıyordu hayatın kargaşasına.Saçlarını, kaşlarını ve elbisesini düzelten annesine şımardığı zamanlar babasındaki sinirli hali görmemek için yüzüne bile bakmıyordu O’nun. Yine de bağrına bassın istiyordu kendisini. Bağrına bassın, öpsün kafasından, ellerinden, ensesinden, sarılsın bir güzel, ağlarsa da ağlasın. Bırakmak istemesin ellerini. Her gün akşama kadar kendisi nedeniyle alınan önlemlerden kurtarsın istiyor içindeki yaramaz tayı. Doyasıya masaya vursun, o duvardan bu duvara koşsun, döke saça yesin, arada bir çıkarıp atsın üstündekileri. Kimse korkutmasın O’nu yeter.Filinta..Gözlerine türkülü gök damlamış nazlı bir çocuk. Bebekliğinde ne kadar sevilmişti öyle, annesini babasını geçtik, komşular ve yakın akrabaları bile bir haftayı O’suz geçiremiyorlardı.Bir ezgide tanıdım O’nu, uzaktan ve yüreğimle. Ne kadar keyifle oturmuştum çaylı masanın kenarına. Dilimde söz olmaya hazır sabahın ta kendisi, gözlerimde arkadaşlarımın gülüşleri ile anlam bulan merak dalgalarının sıcağı. Karşımdaki duvarın tavana yakın yerinde, ortalı halde güzel bir Mustafa Kemal Atatürk fotografı var. Karanfil ve tarçınlı bir parmak tutamı uzatıyor arkadaşım. Nefis de bir çay gelmiş, buğusundan belli, alabildiğine Karadeniz, emekçi havasında bir buğu. Kağıtlara dokunmayacağım bu gün, göğsümde gök ile buluşmasını istediğim bir hoşluk var.“Şeker ister misiniz sayın hocam?”Yok, şeker neme benim.Birden yüzü acıyor kardeşimin, boynunu incinmişlerin peki deyişine benzeterek büküyor.Üzülüyorum elbette, ne desem boş, çünkü odayı terketti.Birden tadı bozuldu çayın, değer miydi bu kadar içtenliğin gölüne buzlu söz dökmek?Kapıya doğru bir daha döndüm ki, telafime imkan verecek bir ayak sesi çayı getiren kardeşime dönüşsün, olmadı. Bozuldu çay tadı. Bir yudumuyla gönlüme götürmeye çalıştığım sürecin türküsü başladı işte.Hiçkimsenin dikkatini çekmediğini farkettiğim, ama dağları eritecek kadar içli ve güzel bir ezgi ile, “kırmızı gül demet demet, sevda değil bir alamet…balam nenni yavrum nenni…” dizelerinin eşine rastlanmaz tadı yağıyor ortalığa.Çam kozalaklarının iç rengini saklayan kadifelik, çocuk bakışındaki tülümsü sevgi, gurbetin ipince zarı. Ayrılıklı acının sakin ilerleyişinin izdüşümü. Yavru ağzı. Kan kurusunda saklanan güneş sızısı. Toprak küsümü bir ezgi; “… gitti gelmez o muhannet, şol revanda balam kaldı, yavrum nenni, balam nenni.”Nereden geliyordu ki bu hüzün pınarının hışırtısı, kim söylüyor, kime söylemişler, hangi radyodan.Yok hocam diyor sevgili arkadaşlarımdan biri, bizim buradaki bakıcı bir arkadaşımız söylüyor, Filinta’nın türküsü o. Eğer bir iş yaptıracaksanı mutlaka türkü söylemelisiniz O’na, yoksa mümkünü yok, tuvalet ihtiyacını giderirken çok işimize yarıyor, duru o, susu o. Bu arkadaşımız da, sağolsun Filinta’nın sevdiği türkülerin hepsini ezbere biliyor. Güzel de söylüyor, siz sevdiğinize göre. Bu O’nun tuvalet türküsü. Nasıl bir etkileyiciliği var ise hiç düşünmedik tabi de, arkadaşlarımız bu türküyü söyleyince çocuğun bakışı değişiyor, bize ve kendine güveni geliyor.Aslında dinleyemiyordum kardeşimi, aklım türkünün söylenişi ve Filinta’nın duyduğu yaşama sevincindeydi.Nasıl bir engeldi bu çocuktaki, niye türküyle sarıyordu kendisini huzursuz eden hayatın öteki geçesini. Hakan öğretmenim Karadeniz’in bezediği bir yüreğe sahip olduğu nedeniyle, çok etkilenmemişe benziyordu türkülü çileden. Yine de gördüğüm oydu ki, hizmetli kardeşimin bir tesadüf sonrası bulduğu yöntemi taktir ediyor, sürekli karşılaştığı ve iş yoğunluğu nedeniyle üzerinde durmuyordu. Benim ilgilenişime değer verdiğini gözlerinden anlamak için özel bir zorlanmaya gerek yoktu. Bir şey yaptıracak olan mutlaka türkü mırıldanmalı bu çocuğa.Adının biri de Ulaş.Gün kimin hesabına döner ki akşama, hangi derede türkü kuşanır su, kuşların bir sırası var mı ölürken, düşünüp dururum. Basit iş biliyorum, ciğeri sökülmekte olanların türküsüne, bileği kopuk babaların göz ateşine, susmanın boğuşuna kafa yormak varken.Kavuniçi ve siyahın saygı ile birbirine yanaştığı ortamda, kırmızı gül hüznü, ne bilsin Filinta, kime desin bu derdini. Sabah akşam kimsenin bir anlam veremediği, rastgele ve rahatsız edici davranışlarının kökünü kazıyan türküleri hangi akşamlarda sindirdi farklılığına.Uyurken mi, ağlarken mi, bir köşeye sinmiş halde geçiştirmeye çalıştığı korkularla mı? Sabrını ve sevgisini nerden buldu bu çocuk ki, bakıcısı alabildiğine türkülü.Kara ve büyük gözlerinin eteklerinde, bozkır ayazından kalma bir esmerlik, okyanus diplerinde, hırçın dalgalarla beyzalaşmış krater güzelliğinde dişler ve sevinçli gülüş.Sivaslı diyor Hakan öğretmenim, bu türküyü söyleyen Sivaslı. Zaten kendisi de çok seviyor türküleri, çocuğu da çok sevdiği için, bildiğin kendi çocuğuymuş gibi davranıyor çocuğa. Bizim hayretle karşıladığımız durum, her türkünün bir eylemi başlatıyor ve sürdürüyor olması. Sağolsun, bu kardeşimiz de başardı. Diğer çocuklar çok anlayamasalar da rahatsız olmuyorlar.Yani anlayacağın, Filinta mutlu.Mutlu mu Filinta, keşke birkaç cümle ile duyabilsem ağzından, keşke o da mırıldansa da dinleyebilsem. Duvarlarından çocuk hüznü damlayan küçücük bir eğitim yuvasında, aklı taca atan bir sevimlilik. Kopkoyu hayatların fırttığı alanlarda boyvermiş çığlıklara benzetiyorum olup bitenleri.Filinta otistik bir oğul.Birşeyi değiştirmiyor ki annenin yüreğinde, sevgi ve sıcak aynı oranda bölüşülüyor. Baba nasıldır ki, bilirim babalar çoktan kahretmiştir kucağında türküleyemediği çocuğun haline.Sabır onlarda öfkeli kuyu, sabır onlarda ateş ölüsü. Analar ertesi gün kurban olurlar çocuğun yollarına yağacak ışık bohçalarına. Analar, en içten söyleyenidir Filintalı türkülerin. Filinta, tombiş ve yaramaz bir çocuk olsa gerek. Şimdi nerdeler hocam? Tuvalette, elbette, çiş yapsa bu kadar uzun sürmez türkü, galiba büyük ihtiyaç nedeniyle ordalar. İkinci kıta da başladı; koşaradım süzülen minik elli çobanların ıslığına benziyor öğlen sıcağı elenen dağlarda.Ceketini çıkaran ırgatların ofu pufu, harmanı kesat yiğitlerin el çırpışı, mezarbaşını mesken tutmuş ninelerin diz ağrısı…” kırmızı gül her dem olmaz, yaralara mehem olmaz, yavrum nenni, balam nenni..”.Ekranın yüzüne vurduğu morlu maviyi seyrederken dalıyorum Hakan öğretmenimin telaşına. Benden ve türküden vazgeçeli saniyeler olmuş. Gazi Paşa’ya bakıyorum, ne güzel görünüyor umuda banılmış bakışları. Çerçeveye sığmayan liderlerden biri. Ne demiştir ki bu çocuklara dair.Türküyü biraz da özel sızıya belemişler gibi, güzel söylüyor kardeşim; “…tabipleren derman olmaz, şol revanda balam kaldı, yavrum nenni, balam nenni”.Annesinin yarası nasıldır ki Filinta’nın, görünür yerde midir, kanayan gece gibi mi, her acıda çatırdayan kabuklu mu, sofraları zehire boyayanı mı kuşluk vaktinin, boğazı düğüm düğüm bırakan susmalı mıdır ki yarası…Babası akciğer kanseri sayın hocam, kendi derdiyle ilgilenecek halde değil, ama Filinta’yı sürekli merak ediyor. Galiba çocuğun yanında saz çalıp türkü söyleme işini O başlatmış, çocuk da uysallaşınca sürdürmüşler bu işi.Anası çok seviyor çocuğu. Her sabah bir yanını bırakmışcasına uzaklaşmaya çalışıyor çocuğun ortamından. Ben anlıyorum, gidemiyor buralardan. Dilerseniz siz de görün çocuğu, çok seveceksiniz biliyorum. Yok, görmeyeyim. Sevmem olur mu, severim tabi. Belki beni görünce utanır. Sahiden ne kadar azaldı utanmak bizde.Ulaş Filinta. Ne güzel isim. Bu ismi nerden hatırlıyorum, ha tamam Filinta ustam Ahmed Arif’in oğlunun adı. İlk defa Cemal Süreya’ya, Papirüs dergisine yolladığı mektupların birinde okumuştum, ” bak kurban, alnımdaki o nokta beyaz var ya, ne yap yap o beyazı yitirme. Hani yazımı yayınlarsan, hakkımda yazı mazı yazarsan. Bilirsin ben bu camiada senden başkasına göndermiyorum şiiri falan. Kızıyorlarmış, ta da Filinta’nın şeyine kadar…” gibi cümleler kalmış aklımda.Bir sürü başka şey. Ağır bir işleyiş sayın hocam, otizim konusu yaradan kangrene çeviriyor anne babaların içini, gece yok gündüz yok, sonu da yok bu sürecin. Kim önce ölürse onun için kapanıyor bu defter. Bu defterde öyle şeyler yazıyor ki Abbas hocam, okuyamadan iflas eden bedenler de var. Düşünün işte, siz bu gün Filinta gördünüz… Ve bir türkü.Bilmem mi sevgili kardeşim. Bilmem mi.Şimdi çıksam yukarıya, ellerinde pamuksu boşvermişliğin imzası duran Filinta’yı göreceğim.Ben türküleri geçemedim ki. Şairim şair olmasına ya, yanık türkülere değmemeli düşüm. Şimdi çıksam yukarıya, biliyorum Filinta’nın türküsü azalacak, yarıda kalacak anasına götürceği derdin azalış öyküsü.Şairim ama, o kadar da değil.
Filinta’nın türküsü