İstiklal mahkemelerinde bir gün

featured
service

Yeteri kadar delili olduğu gerekçesi ile tutukluların kimlik tespitine ve suçlarına yönelik sorular yöneltilip gereği düşünülerek karar gecikmeksizin açıklanıyordu.

O zaman koşullar çetin, hava kurşun gibi ağırdı.

İki geçesinde de ırmağa paralel sokaklar, mahzunluğu toprağa bulaşan kimsesiz çocuklar gibi birbirine yaslanmış evler ile dolu.

Kastamonu güzel bir şehir.

Ormanın otağ kurduğu coğrafya, ağaçların nevi şahsına münhasırlığına dokunmadığı gibi, eşine az rastlanın bir sakinliği de sinesinde besleyip duruyordu.

Çoğu zaman kuytuluklar, asker kaçaklarının, eşkıyaların, işini yola götürmekten başka kaygısı olmayan hal bilmezlerin ve özellikle gecelerde ganimet kaldıranların sığındığı yerlerdi.

Kimin hangi hesap ile yollarda bellerde olduğunu sormak bile, çok defa kelleyi koltuğa almaya razı olmak anlamına geliyordu.

Sade buralar değil, işgalden ötürü düzeni bozulan bütün Anadolu’da durum buna benzerdi.

Firar ayrı bir macera, firarilik de neredeyse övünülecek bir kabadayılığın nişanı gibi algılanıyor, ortalık “korku çığlıkları” ve “kahpe fakları” kaynıyordu. Öyle ki; zaruri olmadıkça bir yerden bir yere gitmiyordu insanlar.

Sanki lanetler yağıyordu geceki ıssızlıklarına buraların.

İşgale cepheden karşı koymak cesaretini gösterenlerin bile kelleleri istenir olmuş, bu kelleleri kim istiyor ise ona götürüp bundan dolayı hayli gelir elde etmeyi uman çeteler oluşmuştu bile.  

Yüzlerce yıl barış ve dayanışma, alışılagelmiş al veri içinde yaşayan farklı inançtaki insanların şimdiye kadar göze batmayan farklılıkları şimdilerde uçurum keskinliğinde düşmanlığa dönüşmüş, çoğu yerde de birbirlerinin kanlıları haline gelmiş ve hatta köylerde katliamlara varan can almalara rastlanıyordu.

Dişe diş boğuşmalar, birbirinin kanlısı olan tarafları öfke ve gözü dönmüşlüğün akarına delileşmiş halde sürüklemiş olmakla birlikte, tarih de kendisini temyize götürmek adına olup bitenleri soğukkanlılıkla kaydediyordu. Öyle ki, bire bin veren topraklar, öcünü almaktan gayrısını görmeyen insanların şuursuz koşturmaları ile çürüyor gibiydi.

Büyük güçlerin küçük hesaplarına evriliyordu buradaki huzurun geleceği.

İşgalci güçlerin hem silah vererek, hem de bizzat ajanlar göndererek desteklediği gruplar, daha ziyade mazlum ve suçsuz olan, hatta sabrından sağlığı bozulmuş insanları dağa kaldırmaktan, öldürmekten geri kalmıyorlardı.

Direnmek demek ölüm ile eşdeğerdi.

Ortalık, işgalin yarattığı başıbozukluğun eşkıyaların hesaplaşma alanıydı.

Bütün engellemelere rağmen yerel ölçekteki direnişçiler gittikçe birbirini bulmaya başladılar.

İstanbul’daki felaketti bir an önce def edip, yurdu ve milleti bu zilletten kurtarmak düşü ile Anadolu’ya geçenlerin karşılaştıkları zorlukların haddi hesabı yoktu.

Bir yandan, savaşların bıktırıcılığını iliklerine kadar yaşayarak umudunu yitirmiş ve yoksulluğu da ayyuka çıkmış Anadolu insanını mücadeleye inandırmak zorluğu, diğer yandan halife Padişah’ı esir almış işgalci güçlerin kışkırtıcılığıyla boğuşan bu insanların tek seçeneği, ölümüne mücadeleye sarılmaktı.

Baş koymaktı yani kurtulmak yoluna.

Öyle yaptılar.

Kongreler süreci sonunda savaşı örgütleyen çelik iradenin ilk esaslı kurumu Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış, kurtuluşun ve kuruluşun umuda everilişinin ilk elle tutulur adımı atılmıştı. Tarih 23 Nisan 1920’yi gösterirken gidişat, asker kaçaklarına, isyan edenlere, vatan hainlerine ve milli gayeye ket vuranlara karşı sert önlemler alınacağı yönünde kendini hissettirmeye başladı.

Meclisin açılmasından 6 gün sonra Hıyaneti Vataniye kanunu çıkarılmış olup, bununla ilgili suç konularını araştırmak ve sonuçlandırmak amaçlı, üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden seçilen İstiklal Mahkemeleri oluşturulmuş, her biri vakit kaybetmeden görevlerini icraya başlamışlardır.

Bunlardan biri de Kastamonu’da görevlendirilmişti.

Reisi Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Eğitim bakanlarından olan, heybetli görünüşü ve devrime inanmaktaki sıkılığı ile dikkati çekmiş Mustafa Necati, üyelerden biri Çankırı mebusu Neşet bey, diğeri de Trabzon mebusu Nebizade Hamdi beydi.

İşlerini ciddiyet dahilinde ve milletçe girişilen mücadelenin başarılı olması adına ödünsüz ve inanarak yapıyorlardı.

Taş binaların ruhu üşüten ağırlığının ve bahçelerin onları sarıp sarmalarkenki içtenliğinin en tedirgin yaşandığı yerlerden biri sayılırdı bu civar.

Dağların katılaşmış bir suskunlukla izlediği şehrin meydanında, üstleri başları karmakarışık ve buranın insan dokusuna uymayan çehreleriyle bir çok insan kaderini yaşadıklarından ayıklıyor gibi korkulu ve telaşlıydılar.

Rastgele ve imkansızlıklar içinde düzenlenmiş olduğu ne yapılırsa yapılsın gizlenemeyen bir salonun, iskemleler ve yemekhane sıralarıyla kucaklaşmış halinden dehşet ve korku buğulanıyordu. Resmi olduğu sezilen hiçbir yönergeye bakışlarla dahi olsa karşı gelmek mümkün değil, üstelik buna orada bulunanların mecali bile yok gibiydi.

“Mazlunlar gelsin”

İlk anda irkildi polis komiseri Tahir bey. Çankırı’nın kuru ayazından edindiği esmerlikten olsa gerek, bu irkilme ile rengi bozardı, hızlıca arkasına döndü ve salonun girişine bir kaç adım, sağda ayakta duranlardan birine “acele et” der gibi el ve göz işareti yaptı.
 
Hırpani hallerinden saçılan bakımsızlık bir yana, merak ve korkudan akılları zayi olmuş, davranışlarına olan hakimiyet kabiliyetlerini kaybetmiş halde, istif edilmiş saman çuvallarına benzeyen bu insanların, insanı yiyecek gibi bakışları, göz çukurlarındaki çürümüşlük zavallılık değil de, ürkütücülük barındırıyordu.
 
“Acele edin”
 
Görevli iki kişinin yardım amaçlı biraz da sert müdahaleleri, hapislerin ayaklarındaki prangaları daha çok şakırdatıyorken, izleyicilerin meraklı bakışları da duvarları yalayıp geçtikten sonra bilekleri de morlaşmış adamların yarı ölü haline odaklanıyordu. Kendi aralarında konuşacak cesareti bile kaybetmiş olmaları bir yana, karşı duvarda asılı bulunan Türk bayrağının üstündeki yazından işin çok ciddi olduğunu seziyorlar ancak sonucun tam da ne olacağını bilmiyorlardı. Hatta bazıları duvara bir daha bakmamak için, oturanların ağır ağır doluşuna dikkat kesiliyorlar, kimileri de mahkeme heyetinin gülmeye hasret yüzlerini seyre koyuluyorlardı.
 
“Nerelisin?”

“Kayseri”

“Hangi muharebelere iştirak ettin?”

“Ben mi?”

“Sorduğum soruların hepsi seninle ilgili. Kaç yara aldın?”
 
Mahkeme reisinin ağzından çıkan cümleler, diğer hapislerin hafıza noktalarına kurşunlar misali saplanıyor, kalp atışlarını zora sokuyor, damaklarını kurutuyor, dizlerinin bağını çözüyordu.
 
“Birinci Cihan Harbi’nde asker kaçağı olduğun yetmedi mi de, cinayetler işleyip onca masumun kanına girdin?”
 
“Cahillik ettim efendim”
 
“Yol kesicilik, dağlarda başını geçindirmek, balta ile bir çobanı parça parça etmek, cesedini yakarak yok etmek, sürüden bir koyunu alıp soğukkanlılıkla pişirip yemek, sonra da çobanın azığını yemek gibi işleri cahillikle mi yaptın?”
 
“Evet efendim”
 
“Daha önceki cinayetlerden idama mahkum edilmişsin ancak bunca zaman kayıplara karışmış, ele geçmemişsin”
 
“Cahillik ettim, yalvarırım affedin efendim”
 
Duvardaki yazı birden sese dönüşmüş gibi çınlamaya başladı salonda.
Kapısındaki levhada Türkiye Büyük Millet Meclisi İstiklal Mahkemesi yazan salonun, bu kadar keskin sessizliğine harf harf renk veren, “Mücadelesinde yalnız Allah’tan korkar” ifadesi, sonsuzluğa pufulayan kara tirenler misali çelikleşmiş, prangaları gövdesinde eriten kazan ateşinin alevi gibi çekip gidiyordu Kastamonu ormanlarına.
 
Ölümü hiçe saymaktan başka çaresi kalmamış zavallı Ermeni, Mahkeme heyeti içeri girerken hep birlikte ayağa kalkan dinleyicilerin ürküten gürültüsünden korktuğu yetmiyormuş gibi, yalvarışına aldırmayan heyetin gözlerinden sezdiği tahmini karardan ötürü iyice güçsüzleşmişti.
 
“Başka soru yok, götürün”
 
Salonu tavanı ile tabanı arasına sıkışmış sessizlik uzun sürmedi. Takatsizlik ile umutsuzluğun birleştiği bedenine hakim olamadığı görülen adam iki görevlinin kucağına yığıldı kaldı. Yarı sürükleyerek dışarı çıkarılırken yine gür ve ayaz renkli bir ses ile sırada bekletileni çağırdı Mustafa Necati;
 
“Öbürü”
 
Tahir Bey’in fazla söze lüzum bırakmayan işaretleri ile tutuklunun etrafındaki hareketlilik arttı, bileklerindeki kelepçe ve ayaklarındaki pranga çözüldü. Sessizliğin sinesinde çınlayan demir sesleri kuytularda yarı durgun akan berrak su gibiydi. Salondaki kalabalığın meraklı bakışları altında, özellikle Nabizade Hamdi Bey’in bir sürü kağıdı düzleyerek reisin önüne uzatmasından çok ciddi işler yapmış birinin mahkeme edileceği seziliyordu.
 
Tutuklu sandalyesine dayanarak ayakta duran adamın saçı sakalı birbirine karışmış, kemikleri sayılacak kadar zayıf bedeninde yırtık ve yamalı giysiler ağırlıkla dikkati çekmekte, benzi solmuş halde boynunu bükmüş vaziyette sorulacak soruları duygusuz bir eda ile bekliyordu.
 
Ad, memleketi ve ne işle meşgul olduğu tespitinden sonra reisin sesi duyuldu;
 
“Niye burada olduğunu biliyorsun değil mi”
 
“Evet efendim”
 
Birkaç sarı kağıtla, yarı açık bir zarfın içindekilerine şöyle bir göz gezdirip, Neşet Bey’in de gözlerini yokladıktan sonra, ne diyeceğine odaklanmış izleyicilere de kaş altından baktıktan hemen sonra, biraz da kızgın ifade ile;
 
“Utanmadın mı casusluk etmeye?”
 
“Casusluk etmedim.”
 
“İlk fırsatta hainlik ettiğinizin vesikaları var burada. Düşman ordusu memleketin içlerine doğru ilerlemeye başladığında, iki oğlunuzu onlara katmış, yangın alaylarında görev almalarına ses çıkarmamışsınız. Üstelik Yunan hükümetine aylık para vaadinde bulunmuşsunuz, bir ara ödemişsiniz sizi uyarmışlar”
 
Kağıtların arasından, yarısı zarfta bulunan kağıdı çıkaran reisin dudaklarındaki seğirmelerin öfkeden olduğu o kadar belliydi ki, bu da salonun her yerinden görülebiliyordu.
 
Diğer kağıtları hızlı bir hareketle sağına alıp, düzelttikten sonra zarfın içindeki kağıdın katlarını açıp, sağ elini kağıtla birlikte öne doğru uzatarak;
 
“Hatta parayı geciktirdiğin için sana yollanan mektup bu işte. Gizli polis teşkilatının eline geçmiş. Evinizin duvarının birinde Ayasofya’nın çan kulesi yapılmış halini gösteren çizim ve diğerinde de üzerinde Rum milletini Türk zulmünden kurtaran Averof yazılı Yunan zırhlısının resmi bulunmuş.”
 
Nabizade Hamdi Bey’in uzattığı diğer kağıtları da sağındaki kağıtların üzerine koyduktan sonra, üstünü tıpışlayarak, alaycı bir gülümseme ile
 
“Bunlar da diğer ihanet vesikalarınız, peki bunlara ne dersiniz? Hepsinde neler yazdığını siz benden daha iyi biliyorsunuz” dedi ve sözlerini bitirdi.
 
Hem mahkeme heyeti hem de dinleyiciler ne diyeceğini şaşırmış yaşlı Ruma bakıyordular. Yangın Alayları ifadesi ile öfkeleri iyice kabarmış olan birkaç kişinin “”hain, alçak” nidaları duyulsa da İzmir’in işgal günlerindeki hüzünlü halin verdiği ruhsal yorgunluk genelde suskunluğa sebep olmuştu. Mahkemenin sert tavrı ve kısa muhakemesinden durumun ne olacağı hemen anlaşılmıştı.
 
“O resimler benim değil, oğullarım da Yunan Ordusu’na benim haberim olmadan kaçtılar. Ben ihtiyar bir fırıncıyım, Zonguldak insanı beni bilir, yalvarırım beni affedin”
 
Mahkeme heyetinden beklediği cevabı alamadı.
Bir an göz göze geldiği adamı baştan ayağa süzen reis, dudaklarındaki seğirmelerin önünü almak istermiş gibi, çenesi ile dudaklarını sağ el içi ile sıvazladı. İçerideki uğultulu bekleyişin egemenliğini kıran son sözü söyledi;
 
“Götürün!”
 
Ruhunu dahi taşıyamayacak yorgunlukta olduğu gözlenen yaşlı adamın kollarına giren görevlilerin de pek yorgun olduğu her hallerinden anlaşılıyordu. Az sayıda oldukları için de, her işe koşturup, mahkemenin işlerinin aksamaması için bütün önlemleri almak, sabahlara kadar tutsakları mahkeme ve infaz ortamlarına hazırlamak onların da yorgunluğunu hat safhaya çıkarmıştı. Ona sebep de, çabuk biten muhakeme işinden pek memnun gözüküyordular. Kelepçe ve prangaları takarken de incitmeden ve biraz da acıyarak davranıyorlardı.
 
Sıra yaşlı ve bakımsız kalmış bir Türke gelmişti. Reis seslendi;
 
“Öbürü gelsin”
 
Oldukça sakin gözüken bu ihtiyar İnebolu’nun Çatal Nahiyesi’nden bir köylü idi. Bir şeylere kızdığı ve sitem ettiğinin işaretleri vardı davranışlarında. Kelepçe ve prangaları çıkarılırken bile, dudaklarını hüznün en koyu haline banmış vaziyette, boynunu sağa sola büküyor, arada bir bağıracakmış gibi oluyor, sabrın da en katı etkileyiciliği ile vazgeçiyordu.
 
Görevlilerden ikisi neredeyse çocuk denebilecek yaşta insanlar olmasına karşın, Çankırılı Tahir bey işlerin aksamasına müsaade etmiyor, acemilik göstermelerini mani oluyordu.
 
Gençler, gayet saygılı olarak, tutsakları mahkeme heyetinin tam karşısında bulunan iskemleye getiriyorlar, sonra da gayet saygılı bir hal ile gerisin geri salonun kendilerine ayrılmış, girişe yakın görev mahalline geçiyorlardı. Duvarda yazılmış yazılar ve asılı duran bayrağın vermiş olduğu resmiyet ve ciddiyet sanılanın ötesinde bir kutsiyet arz ediyordu.
 
Biraz sendeleyerek son iki adımını tek başına yürümek arzusunu, çok kişinin duymadığı bir ses ile görevlilere söyleyen ihtiyarı, son birkaç adımlık mesafede serbest bıraktılar. Önce etrafına baktıktan sonra, heyetin önündeki sandalyenin üst tahtasını sol eliyle okşar gibi etti. Gözlerini kendisine dikmiş mahkeme heyetine de tebessümle baktıktan hemen sonra ve boynunu bükerek gözlerini yere çevirdi.
 
“Baba, sen cepheden kaçan asker oğlunu evinde saklamışsın, yani bir asker kaçağına yataklık etmişsin”
 
“Kimmiş o, ben mi?”
 
“Evet”
 
Elleri, omuzlarından itibaren titreyen bir çınarın son dallarını andırıyordu ihtiyarın.  Ne diyeceğini bilemedi, ancak kimsenin anlayamayacağı bir şeyler mırıldanarak koynunda bir şeyler aramaya başladı. İlk anda bulamasa da boynunu sağa sola bükerek aramaya devam etti. Sonunda kafa kağıdı olduğu uzaktan da belli olan vesikaların katlarını, heyetin de dikkatini celp edecek şekilde çırparak açtı ve Reise uzattı.
 
Umursamaz ve nazlı bir eda ile uzanan ellere ulaşamadan önce onlarla ilgili konuşmaya başladı ve biraz da heyecanla sürdürdü konuşmasını.
 
“Reis Bey, o kafa kâğıtlarının içini okusan bana dediğinden utanırsın. Bu namus kağıtları Balkan ve Umumi Harbide şehit düşen oğullarıma aittir. İki tane aslanını bu millet uğruna şehit veren baba, üçüncü oğlunu bu ölüm dirim harbinde, bir kahpe saklar gibi gizlemez!”
 
Salondaki herkesin gözlerine bulut grisi inmiş, heyet dahil orada bulunanların kanı donmuş gibi oldu. Mahkeme heyeti ilk defa bu kadar şaşkın ve suskun kalmış, ihtiyarın daha da konuşmasını istercesine gözlerinin içine bakıyorlardı. Sanki tarihin ender bir anında ortaya konmak üzere olan bir sahneyi seyrediyordu ahali.
 
Gözlerinden ateş damlarcasına ve ağlamaklı bir hal ile meramını anlatmaya çalışan ihtiyarın üzerindeki elbiselerde bazılarının dikişleri sökülmüş yamalar bile konuşmaya iştirak ediyormuşçasına açılıp kapanıyor, adamcağızın dilinin dolaştığı anlarda dikkatleri üzerlerine çekerek imdada yetişiyorlardı.
 
Şimdi daha çok dikkat çeken ihtiyarın söyledikleri masalların içinden taş yoğunluğunda fırlayan kahraman gövdelerini andırıyor, büyüdükçe büyüyordu ufacık adam. Öyle ki, arka taraflarda olup da sesi duymakta zorlanan dinleyiciler birer ikişer oturdukları yerden kalkıp daha rahat dinleyecekleri alanlarda ayakta durmayı tercih etmişlerdi.
 
Onlarca yaması olan ve güneşten bozarmış mavi mintanını yırtarken şaşkınlıktan sessizliğe gark olan salondakilerin yüreği ağzına gelmiş, mahkeme heyetin bir süre şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Sonunda göğüs kıllarının arasındaki yara izlerinden bahsederek:

“Resi bey Reis bey… Yakınıma gel de, şu kalbura dönmüş göğsüme bak, burada ne çok kurşun yarası göreceksin. Ben bu yaraları çeşitli düşmanlardan aldım. Bağrım yaralıdır. Ben nasıl olurda son oğlumu asker kaçağı olarak saklarım. Ben bunu yapamam. Ben hain değilim. Hem beni bunlarla niye yan yana oturttunuz?”

Ağlamaklı ve sinirli haline mani olmaya çalışsa da, katil ve hain denilen insanlarla aynı ortamda bir mahkemenin huzurunda olması belli ki gururunu fazlasıyla incitmiş, bunun yarattığı feveran, sonucu merakla beklenen karardan daha ziyade heyecan yaratmış. İhtiyarın mağduriyetinden dolayı mahkeme heyeti de vicdan azabına tutulmuştu. İhtiyarın konuşmasının bitmesini hüzünlü bir sevgiyle bekleyen heyetin kulaklarında yer ettiği mutlak olan son soru, salondakileri de hüzünlendirmiş, mahkeme heyetinin en son ne diyeceğini sabırsızlıkla bekletir etmişti. Herkesin ruhunu da yaralayan bu yanlışlığın nasıl düzeltileceği ayrı bir dil, ayrı bir üslup icap ettiriyordu.

“Size soruyorum, beni bunlarla niye yan yana oturttunuz?”

Yolların çetinliğine, havanın çıldırtanlığına, düşmanın aman vermez zalimliğine aldırış etmeden yeni kurulan ve kimliğini oluşturmak çabasında olan devletin gözü pek neferlerinden olan mahkeme reisinin gözlerindeki buğunun yaşa dönmesine az bir zaman kalmıştı ki, Çankırılı Polis Tahir Bey’in elinde bir pusula ile heyete doğru hızlıca yol aldığı görüldü. İhtiyarın yakınına kadar sokulmuş iki kişiyi sağ eli ile kenara itekleyerek heyetin önüne gelen komiserin mahkeme reisine uzattığı kağıdın meydana getirdiği yeni sessizliğe ihtiyar da dahil olmuştu.

Kağıdı okuyan Necati Bey’in ağlamaya başlamasıyla birlikte, kağıda uzanan Trabzon mebusunun da rengi atmış, eli ayağı birbirine karışmıştı. O da okuduktan sonra Nusret Bey’in önüne sürdü.

Necati Bey’in birkaç kez göz yaşlarını sildiği anları dikkatle takip eden ihtiyarın suskunluğu devam ederken, salonu da şöyle bir gözden geçirdikten sonra, tekrar eline aldığı kağıdın muhtevasını;

“Baba, küçük oğlun da İnönü Muharebesi’nde şehit düşmüş. Affedersin, ilmi haberi şimdi bana geldi”

Sağ elinin koşamı ile yüreğindeki kasılmayı tutmaya çalışan ihtiyarın beden hareketleri aniden sona erdi. Bulunduğu ortamın havsını ve anlamını yitirdiği kolayca fark edildi. Reisin işareti ile yanına koşan görevlilerin yardımına tenezzül etmez gibi yaptı, ancak buna ihtiyacı olduğu gözlerden kaçmıyordu. Öyle ki, bıraksalar oracığa yığılacak kadar güçten düşmüş olmasına rağmen yine de metin olmaya çalışıyor, bir şeyler söylemek istiyordu. İki kez yutkunduktan sonra, nihayet kısık bir sesle de olsa,

“Millet sağ olsun. Siz aslanlarım sağ olsun” diyebildi.

Göz yaşlarına boğulan mahkeme salonundaki herkes düşünebilme kabiliyetini kaybetmişcesine karşıya bakıyorlar, Necati Bey’in kendini kaybettiği son anın eziyetinden paylarını almaya çalışıyorlardı.

Genç ve ateşli bir milliyetçi olan Reis kendini topladığı ilk anda, hem de ağlar helde yalvarırcasına;

“Baba bizi affet. Bir yanlışlık olmuş. Türk hain olamaz” dediği duyuldu.

Herkesin dikkatini çekmeye yeten bu sözlerden sonra, salonda bulunanlar da kendi kendilerine söylenerek ortalığı çok garip bir gürültüye esir ettiler. Bir yandan ihtiyarı ihbar edenlere kızıyorlar, bir yandan dikkatle tetkik etmemiş olanlara kızıyorlar, bir yandan da ayağına pranga, bileklerine kelepçe vuranlara köpürüyorlardı.

Son defa ihtiyar ile göz göze gelen heyet, Reis’in ifadesi ile kararı açıklıyordu:

“Baba serbestsin, köyüne gidebilirsin”

Köy mü demişlerdi?

Hangi köy?

Kimin yanıydı ora?

İki evladının şehadeti ile parçalanan yüreğini küçük oğlunun hayatta oluşuyla ayakta tutuyorken, şimdi de bu. Mahkemede olduğu bilgisi üzerine oraya getirilen haberin acısı, hainlik yaftası ile karalanmaktan daha hafif gelmişti O’na.

Burası nereydi ki, köyüne gidebilirsin dediler.

Gözlerindeki kararmaya ne demeliydi.

Ya ellerindeki soğuma?

Gökyüzünden inen dallı budaklı çınarları da andıran ışıklar nasıl da ısıtıyordu gövdesini.

Rüzgar uğultusu değil, yel ırgalayışı da olamaz, bu sakinliğin kendine has bir tadı mıydı ki yaşadıkları?

Neden koşarak uzaklaşıyorlar kendini buraya getiren adamlar?

O çıyan gözlü katil ile aynı ortamda asılmaktansa burada uzanıp kalmak en iyisiydi.

Bak, Ay da çıkagelmiş.

Yıldızlar niye seyreder bu zülmü, bir türlü anlam veremiyordu.

Küçük oğlunun elleri miydi yoksa şu görünen orman?

İlk yarayı aldığı gün nasıl da dövüşmüşlerdi düşmanla.

Halen gülümsüyordu, ölüyorum sanıp da kelimeyi şehadet getirişine.

Hiç bu kadar tatlı olan yorgunluğa denk gelmemişti.

Buna da şükürdü.

Can değil mi, veren alır.

Baksana şu kuşlara, gökyüzü umurlarında değil.

Mahkeme reisinin yüreği mi şu dağın kenarındaki akşam güneşi.

Uyumak da nasip olacakmış bak.

Ey güzel yaradan, al şu emanetini desem isyana mı düşerim?

Gayrı görürecek yerim kalmadı.

Oğlum.

Doyasıya öpülmeden nereye böyle.

Beni kimsesiz koyup.

Abbas TURAN
Ankara,2020

Not: Olay yaşanmış olup, tarafımdan öyküleştirilmiştir.

Kaynak:
Şapolyo, E.B ,Mustafa Kemal Paşa ve Milli Mücadele’nin İç Alemi
1967, sf: 49

İstiklal mahkemelerinde bir gün