Yazar Abbas Turan ile söyleşi: Popüler olmak adına popülizm bana göre değil

featured
service

Radyo Özgür sunucusu, eğitmen ve yazar Abbas Turan ile gazetemiz Yazı İşleri Müdürü Onur Kök bir söyleşi gerçekleştirdi. “Dünyadaki başat sorunlardan birisini, üretenin ürettiği ile arasındaki sahiplik payının olmayışı” olarak değerlendiren Turan, bölüşebilme bilincinin yayılması gerektiğini söyleyerek “Edebiyatı, akıl ile ahlakın akrabası olarak düşündüğüm için, başka tarza, magazinin albenisine bulaşmak istemedim. Popüler olmak adına popülizm gevşekliği zaten içerikten önce bana uygun değildi” dedi.

⁃Günlük hayat sanatın aleyhine çeşitleniyor diyebilir miyiz sayın hocam? Ya da şöyle sorayım, sanata hak ettiği değeri verenler azaldı mı?

Sanat, yetenek gerektirdiği kadar aynı zamanda üzerinde titizlikle ve sevgiyle durulması gereken uğraşları kapsar. Ürünleri binlerce çeşit olmak kaydıyla, insanın hem görselini, hem bilgisini, hem düşselini düşüncesiyle eşgüdümlü eyler. En önemlisi de anlama erişimi sağlar ya da kolaylaştırır. Teknolojinin temel yapısı dahil, yaşamak adına işe yarayan diğer her şey, en az bir yanıyla sanat ürünüdür. Dolayısıyla, sanattan habersizlik sanatın yaşamadığına hükmettirmez insanı. Farkeden tadına erer, farkında olmayan mahrum kalır. Olay bu kadar basit.

Şunu diyebiliriz, insanların ekserisi, gezmek, para harcamak, sosyal medya, günübirlik hayat telaşı, hız ve haz konusundaki meşguliyetleri listesine şiir, roman, resim, mimari veya heykel gibi, sanatın çok özel uğraşlarını, umulan kadar almıyorlar. Bunu anlarım, ancak bu durum eskiden de böyleydi, fakat şimdilerde sanatın yaşantıdaki yoğunluğunun farkındalığı az. Bu şu demek; bilim ve dolayısıyla da teknolojinin kökeni sezgi, buluş ve sanatsal disiplin düzlemindedir. Sanat ile umudun sarmaş dolaş olduğunu bilenler açısından, güncelin, biraz da marazi gerçeklerini karamsarlık adına abartmak doğru olmaz.

Sanat, rahat ve burjuva hayatı sürenlerin desteği ile tarihin belirli dönemlerinde pik yapmıştır, yoksulun veya orta sınıfın birincilleri hayatta kalabilmenin formülüne dair olanlardır. Yani, doymak, güvenlik ve sağlık kaygıları başka şeye zaman ayıramayacak kadar pek yoğundur onlarda. Eğer, bir yerde, sanat var fakat hak ettiği yerde değilse koşullar o oranda ağır demektir. Sanat eseri üretmek gibi, sanat ile uğraşmak da dinginlik, huzur, keyif ve nitelikli zaman gerektiriyor.

Günlük hayatına yetişemeyen bir candan, ürettiğin sanat eserine senin kadar sevgi veya ilgi göstermesini beklemek haksızlık olur. Ya da şöyle diyeyim, evine ekmek götüremeyen bir canın kitap okuyacak, tablo seyredecek ve entellektüel derinlikte düşünecek dirilikte olması mümkün değil. Bu durum, sanatçı ve sanatı adına alan daralmasına sebep olsa bile, hayatı sanatsızlığa mahkum edecek akış debisine asla ulaşamayacaktır.

⁃Son yazılarınızda bişeycilik veya biricilik konusunu pek özgün bir dil ile irdelediniz. İnsanların bu anlamda özeli olmalı değil mi?bunların ne kadarı insan ruhu açısından alerjik? Sınırı veya dozu var mı?

Soru sayısı üç olsa da, cevabı tek bence. O da, kişinin iradesine, kendi lehine karar veremezlik derecesinde hakim olmaktan kaynaklı acziyet yaratmak ile ilgili. Kişinin bilgisini, görgüsünü, ruh etkileyenlerini ve inancını hiçe sayarak yaptığı her eylem özgürlüğüne vurulmuş ağır bir darbedir. Zamanla kör eder insanı. Sana kör eder, bana kör eder, topluma kör eder, insanınlığın gidişatına kör eder. Gözlerinde ve duyargalarında tıbben arıza sayılacak bir durum ya da eksiklik olmadığı halde birileri görmüyor ya da duymuyor ise felaket yanıbaşınızda demektir. Karşınızda, kendi adına yaşamayan, birilerinin güdümünde olmaktan öte dünyalarda ve tehlikeli insanlar var demektir. Bu tehlike kendi doğasına ve asgari müştereklere duyarsızlık ile başlayan bir çoğalandır. Bişeyler bişeycilerin, bu halinin gıdasıdır. Akıl baliğ olsa da aklını kullanma gereği duymayan, sosyal niteliklerini yitirmiş, küçük dalgalanmaların bile manipüle edebileceği motorize toplulukların parçasıdırlar. Birinciler de öyle değil midir sizce? Kendi hayatını, sorgulama, düzenleme, değiştirme ve ona özgün anlam yükleme yeteneğini kaybetmiş olmak, onlar için yapılacak tanımın başat ifade öbeklerindendir. İnsanlık tarihinde örneklerine çok rastlarsınız, bazı dönemlerde, bu tür insanların oluşturduğu grupların, simge, vaat, hatta basit bir sloganla bile dünyayı ateşe verdikleri olmuştur.

Bu anlamda insanların özeli olur mu konusunada şu söylenebilir; birinin özeli ise geneli ilgilendirmez. Toplumsalı besleyen ana damarlara karışıyor ve olumsuza yol açıyorsa bu dediklerimiz, yani eleştirilerimiz geçerli. Özelini genelleştirmek histerisi olmayan insanın ahlakını arıyoruz da denebilir bütün bunlarla. Bilmiyorum, siz tam bunu mu kastettiniz, evrensel ahlakın çürümesine gönlü razı olmayanların, sevip saydıkları, özeli olarak kabul ettikleri hiçbir şey, sözünü ettiğiniz yazıların eleştiri hedefinde değil.
Sınır ve doz konusu, her kişi için ayrı olduğu kadar, her toplum ve zaman için de farklılıklar gösterir. Sorunun cevapsız kalmasın diye söylüyorum; insan da taşabilen ya da küsebilen canlıdır. Kendinden veya aidiyetiyle yaşamayı onur saydığı toplumsal öbeklerden umudu kestiği anda, ruhun ve bilincin sahipliğini yitirebilir. Taktir edersiniz ki, böylelerimizi, anlayışla karşılayıp, toplumun zararsız ve sevimli kişileri veya grupları yapmaya kimse vakit ve nakit ayırmaz. Dünyada, kendi vakitlerini ve nakitlerini artırmak adına kullanmak işini ilime çevirmiş o kadar güç yetmezlik taslayan kişi ve gruplar var ki, bir punduna getirip gereğini yapmak için gözünün yaşına bakmaz profesyonellikte bekliyorlar. Hem de hayatın her alanında. Bu yüzden sürekli insan diyorum, sen insansın insanlığı unutma diyorum. Dünyanın yaşanılır kalması için, tek şansınız pazıldaki insanın parçalarını yerli yerine koymak. İnsan denen mucizeyi, insan olmaktan kaynaklı duyarlılık kurtardı kurtardı, yoksa onun adına yorulacak başka canlı yok.

⁃Özgün dil demiştim… Şiir ile nesir arasında sahiden şaşırtıcı bir dil kullanıyorsunuz. Alıştıkça akıcılığının tadına varılan ancak, başta duraksayan cümle dizimleriniz var. Gazete yazılarından biliyorum; su ve suskunluk sizin edebiyat dilinizde ayaz gibi, ayrılık gibi, geç ve gece gibi özel bir önemde duruyor. Bize mi öyle geliyor, yoksa bazı sözcüklerden yana pozitif ayrımcılık mı yapıyorsunuz?

Teşekkür ederim. Bu tür tespitler her okuyucunun yapacağı tespitler değil. Yapanların da hakkını vermek gerek, varolasınız.

Gelelim, bir yazarın toplam özgünlüğünü yaratan, dil ve üslup farkına. Her beyin, taklite kaçmadığı sürece, edindiklerini bilincin emrine verir ve “nev-i şahsına münhasır” denebilecek edebi kişilik yaratır. Yeterli birikimi olanlar bunun için özel çaba harcamaz. Değişik olayım, biricik olayım diye yapılan herbir şeyin özgünleştiricisi zatan insanın özünde olan özerkliktir. Dilinizin nakışı, parmaklarınızın ana çizgileri, gözlerinizin biçimsel içeriği ve birtecikliğinizi sağlayan diğer yapı özellikleriniz zaten kullandığı bilgi ile farklıyı doğuracaktır. Hani der ya milletimiz; ne kadar kafa varsa o kadar değişik insan var. Tam da bunu diyorum, insan başlı başına bir sistem olduğu gibi, diğer insanlardan ilgi, yetenek ve eylemlilik olarak da özgün denebilecek biçimde farklı bütünlüktür. Beyazı herkes beyaz görür ancak kaydediliş veya anlamlandırılış öyküsü uyarana maruz kalan beyinden beyine farklılık gösterir. Burdan yıla çıkarak söylüyorum, üretecek yetenek, birikim, niyet ve çaba var ise, uygum araçlarınan desteklenen her edebi çabanın ürünü özgündür. Özgün olmadığı konusunda hemfikir olunmuş eserler, adı üstünde taklit olacağı için, kişiyi de edebiyatın bahçesinde özün alana sığdırmaz. Taklit aslını yüceltir diyenlerin çıkarımı da şu söylediğimin katıksız ifadesi.

Şiir veya nesir dili farkı var elbette, ancak bu alt alta kısa cümleler veya yan yana uzun cümleler biçiminde ifade edilen türden değil. İmge içeriğinin yoğunluğu ve betimlemelerin soyut veya somut ağırlığıyla da ilgili bir fark. Şiir edebi metinlerin hepsinde yer bulabilir ancak, şiirin nesiri sığdıracak kadar kabülkar olduğunu düşünmüyorum. Nesiri, ölmez otu ya da dağ çileği gibi düşünebilirsiniz. Bulunduğu ortamın bitki örtüsüne zamanla hakim olacak ölçekte alan kazanır. Daha önce baskın gördüğünüz otlar, bu iki çoğalanın gölge gezgini gibi kalabilirler. Şiiri, arada balkıyan derya kuzusu haline getiren nesir cümleleri, metin ilerledikçe şiiri farkındalık açısı dışına köteleyebilir. Kötelemek diyorum, çünkü şiirin biçem ve anlam alanını işgal ederek kendini inşaa eden cümlelerden söz ediyorum. Nesirin şiiri kabulü elbette onun yüksek menfaatinedir. Nesirde mihman edilen şiir veya şiirimsiler onun tadına zeka kırıntısı hoşluklar, pırıltı, hız ve akılda kalıcılık ekler. Edebi tadı içeren bir metin için bundan daha büyük şans olamaz. Kastettiğim şiirsel dil değil. Şiirsel ifade özellikleri, şiir olmadan da metnin tamamının içeriğini değiştirmeden rengini sevemlileştirebilir. Tekrar söylüyorum, metin edebi metin olursa şiir nakış yaratır.

Şaşırtıcılıktan kastınız farklılık mı, güzellik mi tam anlayamadım, ancak diyeceklerim umarım sizin ve okuyucuların merakını giderir. Olanları da şöyle özetleyeyim; ustam Hasan Hüseyin Korkmazgil der ki “… benim şiirimde beş numara lambanın izi var” veya Orhan Veli der ki “… bir de rakı şişesinde balık olsam”, Cahit Külebi de der ki “… benim doğduğum köyleri geceleri eşkıyalar basardı”, rastgele seçip aklıma gelişleri sırasınca söylediğim bu dizelerden, şairleri ile ilgili az da olsa bilgi edinebiliyoruz. Yani herkesin bir kendincesi var şiir de olsa, nesir de olsa. Biraz önce sözünü ettiğimiz özgünlük, bu defa farkından kaynaklı bir nitelik olarak şaşırtıcılığı kuşanıp geliyor anlam harmanımıza. Benim için de geçerli olan bu durum, tezahür edebilmiş ise ne mutlu bana. Güzel olup olmadığına dair niteleme inanın tamamen okuyucuda bıraktığı izlenimin veya anlamın değer derecesi ile ilgili. Ben zaten edebi torna işini veya damıtık söyleyişe dair yapmam gerekenleri yapmıştırım. Bir de, aklıma geldiği biçimlerini, sarmalındaki duygular aşınmasın diye bozmak istemediklerim var, onlar bana şaşırtıcı ve sevimli geliyor, okuyucu nasıl algılıyor bilemiyorum. Yani şaşırtıcılığın çoğu, metni güneşe salan, yani edebiyat deryasına doluşuna gönlü razı olan yazarın birikimi ve kendi anlık veya genel gerçeklerinden kopan parçaların tadıyla ilgili. Güzel ifade edilirse, şaşırtarak sevdiriyor kendini.

⁃Bazı konular veya sözcükler özelinde pozitif ayrımcılık yaptığınız oluyor mu demiştim…

Oluyor. Olmaz ise olmaz zaten. Çünkü, yazmak işi, tercih etmekle başlayan meşakkat. Ele almak istedikleriniz sizin veya hayatın farkındalığına katkısı olacağını düşündüğümüz şeylerse önem arz eder. Ya da sevdiğiniz ve aynı zamanda bildiğiniz, hatta yazabileceğiniz şeylerden biri ise üzerinde durursunuz.
Sözcükler ile ilgili diyeceklerim de şudur; evet, bazı sözcüklerin seçimi bilinçli olduğu gibi, tarzımız veya dağarcığımız ile ilgili de ilgili bir tercih. Yazanlar çok iyi bilir, zihin ve beyin çok defa kendi dağarcığından, hatta bilinçaltından beslenir. Çocukluğunuz veya sonraki yaşantıların izi olmadan hangi zihin özgün eser yaratabilir ki? Eğer yaratılıyor ise, benim yapamadığımı söylemek en güzeli. Ayaz, ayrılık, susmak, su gibi sözcüklerin gönlümün sadık arkadaşlarımdan olduğunu söylesem yeterli sayar mısınız?

⁃Elbette hocam. Tarzınızın ve içerik örgüsünün rengini veren her şeyin , bu sözcüklerin zihinde yarattığı coğrafyaya ile ilgisini kurduğum için sordum. Sözünü kesmişken sorayım, Dağlar Yalnız Üşür adlı romanınızdaki dağlar sizin dağlarınız mı? Aşılmaz ama sevilir, eğilmez ama güler yüzlü, üşür ama yanmaz? Biraz da ondan bahsetelim derim uygun görürseniz.

Dağlar benim de dağlarım. Yalnızlık gibi. Anlamlı veya anlamsız, bütün yalnızlıklar üşütendir. Halini anlatmak isteyen ozanlara bir bakın, karlı dağ demiş, boranlı dağ demiş, yüce dağ demiş. İşin kişileştirme türünü bilenler her mevsimde üşür saymış onları. Ben de öyle düşündüm. Yalnızlıkla üşümeyi konunun çetin coğrafyasında sürekli ve sağanak yağar halde tuttum. Okuyucunu eli yüreğinden beriye gelsin istemedim Halit’in kanattığı yarayı ısısıyla hissetsin istedim okuyucu. Şiiri de, soğuğun türküsü niyetiyle iliştirdim oradaki hayatın yakasına. Zeycan’ın Musa’ya sevdalanışı da soğuğun ısıtılmaya götürüldüğü keşmekeşin haykırışı. İnsanlar ona kıymadığı sürece, her dağın kendine yakışan müthiş bir yalnızlığı var. Yalnızlıktan kastım biraz da bu. Güzellik. Bir dahasının olmayışı. Göğe yakın ve minnetsizlik kıvamında tuttukları gövdelerini üşüyorken düşünmek, sanıyorum şiirin de şımarıp coştuğu eşiği işaret editör bende. Ona sebep hep söylüyorum, dağların yıkılma gerekçesi dağlardan güzel olmalıdır.

Dağlar Yalnız Üşür iyi bir roman. Mayası sağlam çaba ve dilin doğurgusu denebilir ona. Kahramanları farklı aile ortamlarından aynı zorunluluğa hapsedilmiş insanlar. Üstelik anlayarak yoruluyorlar. Çatlama sınırına eriştiğinde, ruhlarını şiirin dallarıma asan öfkeli adamlar çok azdır savaş meydanlarında. Sümer komutan, Deli Halit, Maraz Ali veya Zeycan’ın dışa suskunluklarında dağların ifadede zorluk çektiğim asaletleri var. İstiklal Savaşı’nın kendiliğinden gelişen kuvayi milliyesinin unutlu hüznüne dağların tanıklığı kadar tanıklık eden olmamıştır. Bu manzara, ölüme mecbur edilenlerin ölümlerini bile şiir etmiştir. Dağlar Yalnız Üşür sözcüklerin şiire koşarkenki halinden ibaret de sayılabilir.

⁃Son kitabınız, yanılmıyorsam 16.kitap olarak okuyucusuna emanet edildi. Sen İnsansın İnsanlığı Unutma. Senelerdir, slogan haline getirdiğiniz bir çağrıyı bu defa da kitap adı ettiniz. Biraz da bu kitaptan söz eder misiniz?

Evet, sonunda kitap adı oldu. Ufuk Gazetesi’ne mihman ettiğiniz yazılardan oluşan, anlamlı oluşlarından kaynaklı farklı bir güzelliğe sahip bir kitap oldu. Girişinde Ufuk Gazetesi emekçilerine de teşekkür ettiğim Sen İnsansın İnsanlığı Unutma’da harika ifadeler var. Kitap olduklarında bir daha okudum, iyi ki yazmış ve yayımlanmış. Sitelere bir daha teşekkür edeyim. Var olun. Kapak da yazılar kadar etkileyici olmuş doğrusu. Anadolu’nun dil ve kültür tadını taşıyan, eğitim, edebiyat ve düşünce yazılarını içeren kitabın devamını sağlayacak yazıların çoğu hazır,. Yoğun olduğum sebebiyle, bir daha elden geçirilmesi bile uzun zaman alıyor. Yine de güneşe gülünce dinlendiren bir niteliğe büründü harflerin düşüncede düğüm yapmakta olduğu bu kitap. İddialı fikirler olarak gözükse de yazı içerikleri, bildiğinin alimi, bilmediğinin talibi olanların anlayışının tütümünden uzak olsun istemediğimiz çıkarımlar hepsi. Edebiyatı, akıl ile ahlakın akrabası olarak düşündüğüm için, başka tarza, magazinin albenisine bulaşmak istemedim. Popüler olmak adına popülizm gevşekliği zaten içerikten önce bana uygun değildi.

⁃Sizinle konuşmak elbette çok keyifli ancak, son bir şeyler söylemek isterseniz, onu da kaydedip söyleşiyi bitirmek istiyorum hocam, ne dersiniz?

Başımız üstüne derim. Birkaç gündür aklımda gezinden şeyi söyleyeyim; hayat ile ölümün ilişkisini kuramayan aklı gezdiren beden aşırı yükte ve işkencede demektir. Ölümü bilince insan, daha doğrusu unutmayınca, tamahkarlığını törpülemeye fırsat yakalıyor. Dünyadaki başat sorunlardan birinin, üretenin ürettiği ile arasındaki sahiplik payının olmayışı ya, bunun giderilmesine yönelik bütün insanlığın duyarlı kılınması lazım. Bu sebeple nsana destek olmanın aciliyeti var, edebiyatın da buna katkı sunar halde kendi özgünlüğünü ve özgürlüğünü sürdürmesi gereğine inanıyorum.

⁃Teşekkür ederim sayın hocam. Yeni kitaplarınızı heyecanla bekliyor, yüreğiniz dert görmesi diyoruz.

Ben de size, Ufuk Gazetesi emekçilerine ve okurlarımıza teşekkür ediyorum. Sağolun.

Yazar Abbas Turan ile söyleşi: Popüler olmak adına popülizm bana göre değil