Taştan taşa

featured
service

Bir ara taşların tarihe konuştuğu varsayımıyla, özellikle ilk çağlardan beri günümüze gelmiş yazılı taşlar üzerine yazılar kaleme almayı düşündüm.

Nereden çıktıydı karşıma tam anımsamıyorum, İstanbul’daki bir saraya giden yol güzergâhında bir taşın üzerinde, çırılçıplak halde padişahı, sırf ona sövmek için bekleyen, muradına erdikten sonra da o civardan çekip giden bir delinin öyküsüyle karşılaşmıştım. Deli cana dair fazla bir şey düşünmedim, aklım deliye her gördüğünde tebessüm edip, sabırla karşılayan padişah veya yakınlarında kalmış ki, hangi görgünün onlara bu enginliği kazandırdığına yormuştum kafayı.

Köy odaları çevresinde ve ibadet haneler mahallinde dizili olan oturak taşlarının öyküsünü okuduğumda gözlerim dolmuş, endişe, korku ve tahammülsüzlüğün bizi getirdiği tekbaşınalıktan ötürü hayli içerlemiştim.

Köyün ortasındaki bir yapının önünde sayısı köydeki hane sayısına oranlı olan oturak taşları var, her taş misafir ağırlayacak halde olan ailelere, gönüllülük esasında tahsis edilmiş ve herkesin bundan haberi var. Köye yolu düşen, her kim ve hangi sebeple olursa olsun, bu taşlardan birine rastgele oturur, dakikalar geçmeden, garip ve kimsesizlik de çekmesi muhtemel bu kişiyi ilk gören, taş ile sosyal bağı olan eve bildirir, hane halkından görevlendirilen biri gelir ve misafirini sevgi ve saygı ile hanelerine buyur eder. Durum bu köylerde adeta kanun gereği gibi yaşanılır.

Bir de, özellikle nüfusu kalabalık yerleşim yerlerinde daha fazla olmak kaydı ile kadim şehirlerimizin, muhtelif sokak ve caddelerinde konak taşı diyebileceğimiz, sağlam ve blok taşlardan mamul hale getirilmiş duvar çıkıntıları vardır. Bunların da yapılış amaçları ve korunmaları için gösterilen özen eşsiz bir izanın ve merhametin dışa vurmuş davranışıdır.

Bir hamal veya evine erzak taşıyan kişi yorulunca, bir nefeslik de olsa sırtındaki torbayı, çuvalı ya da her ne taşıyorsa o taşın üzerine koyup soluklanacak, tabi yerden yüksek olduğu sebebiyle de kimseden yardım dinlenmeden tekrar sırtlanıp götürebilecek.

Dünyanın bazı yerlerinde, insanın sırtına insan yüklenirken, sövmeyi cadı avı furyasıyla, vampir uydurmasıyla ve lanetli oldukları savıyla insanlar diri diri yakılırken, kimseler görmeden, ihtiyacı kadar alacağından adları gibi emin oldukları ihtiyaç sahiplerine sadaka bırakılması için şehrin en işlek yerlerindeki duvarlara sadaka taşı yerleştirenlerin diğerlerinden farklı diyebileceğimiz, insanın ruhunu parıldatan bir şeyler olmalı değil mi?

Mimar Sinan’ın taşlarındaki dili de anlamaya çabaladığım o yıllarda, Kanuni ile Viyana Seferi’ne de katılmış olan Hasan Dede’ye Kabe’den gönderildiği rivayet edilen taşa, kırmızı ve sarının ortasında bir renk almış duvar gövdesinde rastlamış, sevinç ve heyecanla dakikalarca bakakalmıştım. Her gelenin, kocaman duvarın minnacık bir yerine busunmuş bu taşa el sürmek için sıra beklediğine tanık olmanın yanında, taşın da aşınarak duvardan iki veya üç santim kadar içine gömüldüğüne hayret etmiştim.

Bu taşın inanç ve düşünce adına konuşur olmasında, tarihi sürecini de kapsayan efsaneler olduğu kadar, taş ile akrabalık kurmuş kültür ve fikir birikiminin de payı vardır. Deriye, tahtaya ve kil tabletlere kazınmaya çalışılan izlerin bozulmazlığını sağlamaya çalışanların taşı tercih etmelerini de fark edilmesi gereken farka bağlıyorum.

Gelelim Ankara’ya.
Çok kısa olmak kaydı ile geçeyim isterim.

İstanbul’daki Dikili Taş’ın hayat öyküsü de dikkatini çekmiş, bundan esinlenerek Ankara’daki eski valiliğin önünde duran Halk arasında ‘Belkıs Minaresi’ olarak da bilinen Jülian Sütunu’nu Roma İmparatoru Jülian’ın Ankara’ya ziyareti onuruna 362 yılında 15 metre yüksekliğinde yapılmış olup 1934 yılında Ulus Meydanı Taşhan’ın yanındaki yerinden kaldırılarak, Ankara Valiliği önündeki yerine taşınmış, zamanla da Ankara’yı bilen herkesin dikkatini çeken leyleklerin yuvasına sahiplik etmiştir.

Ne acıdır ki leylekler, yurtlarına bu kadar bağlı oldukları halde bu güzelim yuvalarına uğramaz oldular. Sebebi de, yuvalarının otağı yaşlı ve önemli sütunun bulunduğu alanda yaşamaya imkanları kalmadığıdır. Bu demek oluyor ki, yılan yok, fare yok, kurbağa yok, balık yok, yok da yok. Olan her ne var ise, bu gün leylekleri kapı dışarı etti, yarın leyleklerin gidişini önemsemeyenleri edecek.

Keçi can derdinde kasap et derdinde misali söylemlerle bana kızanlarınız olacak elbette. Haksızlık etmeyin derim, taşı insanın ruhunca eğen, insan acziyetini bilip sabrın çelikten örgüsünü takınan, yokunu dahi bölüşerek ruhunu yücelten, insanı kopyalayan, ışık hızına yaklaşmış insan vicdanını hele ki merhametiyle birlikte söküp götüren vurdumduymazlığa yenilmemelidir.

Sizden geriye ne kalsın hiç düşündünüz mü?

Kim gibi desinler size mesela?

Umurunuzda değilse,
Taşlar susar.
Leylekler gider.
Su çürür.

Taştan taşa