Muharrem Sarıkaya: ‘Siyaset ve medyada patinaj yapıyoruz’

service

İNTERNETHABER.COM – ÖZEL İÇERİK

Habertürk köşe yazarı Muharrem Sarıkaya 1979 yılında Ankara’da Barış gazetesinde başladı gazetecilik mesleğine. Bir yıl sonra Ankara Ekspres’te spor yazarı oldu. 1981 yılında Hürriyet gazetesinde işe başladı. Başbakanlık, Parlamento, Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini yürüttü.  1988 yılından itibaren Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Şimdi Bunlar Konuşuluyor, Ankara Kulisi ve Muharrem Sarıkaya Yazıyor başlıkları altında yazılarını yayımladı. 1992 yılında köşe yazarlığı ile birlikte üstlendiği Hürriyet Ankara Büro Temsilciliği yardımcılığını 12 yıl yürüttü. 1 Kasım 2002’de Sabah gazetesinde yazmaya başladı ve aynı zamanda Ankara temsilciliğini üstlendi. 2009 Nisan ayı itibariyle Habertürk’e geçen Sarıkaya, halen Gazete Habertürk’te köşe yazarlığı yapıyor.

[email protected]
[email protected]
@HandeAydemirTV


Siyaset ve medya ile ilgili çok çarpıcı yorumlar yapan Sarıkaya, “Biz bir şeyler değişiyor sanıyoruz ama patinaj yapıyoruz. Yani hem bulunduğumuz zemini, hem de tekerimizi yıpratıyoruz.” dedi. Gazetelerin son dönemde hep aynı tip haberler ürettiğini, aynı haberi ısıtıp ısıtıp bir daha verdiğini anlatan Sarıkaya, “topluma yediririz zannediyoruz. Yemiyor!” dedi. 

Muharrem Sarıkaya, Aydemir’in sorularını bakın nasıl yanıtladı:

Hande Aydemir: Röportaja ilk olarak MHP’den başlayalım istiyorum. MHP’de Meral Akşener ile olmaz denilen oluyor mu? Meral Akşener olayını nasıl okuruz?

Muharrem Sarıkaya: Sayın Devlet Bahçeli üniversiteden hocam. 1988’den beri kendisini tanıyorum. 1997’den bu yana da MHP’ndeki değişimi takip ediyorum. MHP’de Devlet Bahçeli, akademisyenliğin getirdiği öğreti ile sakince, kırıp dökmeden, zaman içinde partiyi dönüştürdü. Ziya Gökalp’ten kalma “Kızıl Elma”cı yaklaşımından çıkarıp, milliyetçiliği ‘ortak geçmiş ve geleceği birlikte inşa eden’ diye yeni bir tanıma oturttu. Bozkurtçu, Türk Yurtçu yaklaşımdan, Türkiye’nin AB üyelik hedefine yönelen seviyeye getirdi. Tekçi yapıdan, çoklu anlayışa dönüştürdü. Ortak değerler zemininde etnik milliyetçiliği törpüledi. Dolayısıyla 1997’den bu güne Devlet Bahçeli MHP’de çok önemli değişimler yaptı. Bahçeli’nin sadece Ülkü Ocağı gençliğini sokaktan salonlara taşıdı diye bakılıyor, oysa bunun ötesinde işler yaptı. Fakat partinin bu ideolojik dönüşüm, ideoloji partisinden kitle partisine dönüştürme aşamasında tıkandı kadro dönüşümünü sağlayamadı. Son kurultayda bir kadro değişimi yapması gerekiyordu ama olmadı. Derin ülkücü kadro buna müsaade etmedi.

DERİN ÜLKÜCÜ KADRO İZİN VERMİYOR

H.A.: Derin ülkücü kadro derken kimi kastediyorsunuz?

M.S.: Değişime kapalı, eskinin devamında çıkarını gören kökten MHP’lileri kastediyorum. Derin devlet gibi onlar da derin ülkücüler. Hiçbir zaman için hakimiyeti elden bırakmak istemezler, böyle bir yapıları. O derin ülkücü direnişini Bahçeli aşamadı. MHP’de derin ülkücü kadro, kentin en güzel mahallesinde bir konağın bir odasını işgal edip, herhangi bir revizyona izin vermeden orada yaşamı sürdürmek isteyen aileye benziyor. Oysa MHP’nin toplumsal tabanı, seçmeni, ötekinde kiracı olmaktan, ikbalini orada bulmaktan bıktı. Bir zamanlar gitti ANAP’ta, ardından DYP’de kiracı oldu. Şimdi AK Parti’de kiracı. Hem de kiracı olarak içinde bulunduğu binaları onarıyor, evyesini değiştiriyor, arızalarını gideriyor. Bunları da karşılık almadan yapıyor. Kentin en güzel yerinde kendisine ait konak ise öylece duruyor. Bunu restore etse hem kendi evinde oturacak, hem de etraftakiler imrenecek. Bu konağa hayat buldurmak varken, her şey aynı kalsın diyen derin ülkücü kadronun tutumuna taban, seçmen bir dip dalga tepkisi gösterdi. MHP’de şu an yaşanan bu. Değişim ve dönüşümün bir kadro hareketine dönüşmesi isteniyor. Çünkü siz mevcut kadro ile mevcut yapıyla ötekine açılmayı başaramıyorsunuz. Ama kendi tabanınız hep başkasına gitmiş. MHP’nin bugün geçirgenliği en fazla olan parti AK Parti. Bunu 7 Haziran’da gördük, Yerel Genel Seçimde gördük. Sonuçta Sakarya’da, Erzurum’da, başka illerde, MHP seçmeninin davranışı sandık sonucunu belirledi. 7 Haziran’da MHP’de bazı kişiler yuvaya dönüş yaparak AK Parti’yi aşağı indirdi ve koalisyona muhtaç etti. Demek ki orada dinamizm yaratan bir gücü de var. AK Parti içinde toplu da hareket edebiliyor. Aslında MHP’deki dip dalga da 7 Haziran seçimi ile başladı, yapabilirliğini gösterdi. Onu bugün kendi konağında gerçekleştirmek istiyor. Yeşillikler içindeki canlı doğaya sahip bahçesinde olmak, münbit yapısını bozmak istemiyor. İster Bahçeli’ye saygı olarak değerlendirin bunu, ister Bahçeli’ye karşı tek bir söz söylememesi diye değerlendirin. Bahçeli’ye ne delegelerden, ne de diğer adaylardan sert bir söz duyulmuyor olmasının nedeni de budur.

MHP’NİN YÖNETİMİNİN YANLIŞ ADIMLARI

H.A.: AK Parti’nin oyları bu yaşanacaklardan sonra MHP’ye ve ayrıca CHP’ye kayabilir mi? Süreç tamamen farklılaşabilir mi?

M.S.: AK Parti’nin oyları kaydı zaten 7 Haziran’da. Milliyetçi oylardaki hareket AK Parti’den MHP’ye kaydı. AK Parti de bu gerçeği gördü. Milliyetçi oyları yeterince konsolide edemediğini fark etti, anında politika değiştirdi. MHP’nin Bahçeli dışındaki kadrolar hem hukuki açıdan hem de sosyal açıdan yanlış mütalaalarda bulunuldu. Parti’nin yönetimindeki kişilerin yanlış adımları yüzünden bu noktaya gelindi.

H.A.: Peki bunu kimse göremedi mi? Uyarı olmadı mı?

M.S.: Öyle olur sanıldı. Sonuçta Bahçeli hukukçu değil, ekonomist. Partinin hukukçu kadrolarının, ya da politik akıllarının Genel Başkan’a bir şeyler sunması lazım. Genel Başkan’a bu iş bu noktada böyle olur lazımdı. Bu yargıda şöyle sonuçlanabilir, biz ona göre bir adım atmalıyız demeliydi. Bunu demeleri gerekirken tam tersini söylediler ve olmaz dedikleri her şey oldu ve onlar da ne söylediyse hep aykırı çıktı.

H.A.: MHP’de kurumsallaşmış bir yapı yok mu yani?

M.S.: Onu demiyorum MHP kurumsal bir yapı, bir siyasi parti. Kurumsallaşmış yapı içerisindeki ön görülebilirlik düşük. Doğru mütalaalara bulunamamanın getirdiği yanlışlar bunlar. İmza toplanamaz denildi, toplandı. Mahkemeye gidilemez denildi, gidildi. Yargıtay’dan karar çıkmaz denildi, çıktı. Anayasa Mahkemesi’ne gidilir denildi gitmedi. Kongreye yeterli sayıda delege gelmez denildi, geldi. Tüm bunlara baktığımızda olmaz denilen her şey olura dönüştü. O zaman oturup o kadroların kendilerini sorgulaması gerekiyor.

H.A.: Devlet Bahçeli ile temas halinde bulunuyor musunuz?

M.S.: En son salı günü, grup toplantısından sonra kuliste görüştük, tokalaştık, selamlaştık, hal hatır sorduk. Sohbet edemedik çünkü çok kalabalıktı ortam. Sonuçta benim bir gazeteci olarak Meclis’te görüşmediğim ya da görüşemediğim bir lider yok. Gazeteci öyle olmalı, kendi düşüncelerini açıklayabilen, ama bir edep içinde açıklayabilen kişidir. Gerektiğinde kamuoyu adına denetim yapabilen kişidir. Medyanın görevi de odur zaten. Kamuoyu denetimini yaparken, karşısındakine hatasını, yanlışını, doğrusunu net söyleyen insandır. O zaman karşısındaki de ona saygı gösterir.

POLİTİKA TOPLUMDA ÇATIŞAN ÇIKARLARI UZLAŞTIRMA SANATI

H.A.: Siz şu an düşüncelerinizi net bir şekilde ifade edebiliyor musunuz? Ama özgür gazetecilik yapabiliyor musunuz sorusu değil. Hiç kendinizde değişiklik gördünüz mü?

M.S.: Şöyle demem daha doğru, meşru yoldan seçilmiş hükümetleri eleştirebilirsiniz, hükümetlerde kamu denetçisi olarak bu eleştirilerinize saygı gösterir. Bu demokrasinin gelişmesi açısından önemlidir. Meşru yoldan seçilmiş ve kamuoyunun da meşruiyetinden şüphesi olmadığı bir hükümete ayar vermek gazetecinin işi de haddi de değildir. Meşru yoldan gelmiş, sandıktan gelmiş bir siyasetin de gazeteciye illaki benim dediklerimi yapacaksın, benim görüşümü sürekli aktaracaksın, başka düşünceye hayat tanımayacaksın demesi mümkün değildir. İkisinin bir dengede olması demokrasiyi geliştirir. Öbür türlü, çatışmayı arttırır. Oysa politika toplumda çatışma halinde olan çıkarları uzlaştırma sanatıdır. Bu politikanın birinci öncelikli işidir. Dolayısıyla çatışma alanlarını ortadan kaldırıp, eleştirileri karşılıklı saygı içerisinde ifade etmesi gerekir. Ama Türkiye’de siyaset-medya ilişkisi hep sorunlu oldu.

H.A.: Her zaman mı böyleydi?

M.S.: 1840’a gidin. Ceride-i Havadis’in kuruluşundan bugüne… William Churchill Ceride-i Havadis’i durduk yerde kurmadı. Avlanırken yanlışlıkla bir Osmanlı çocuğunu vurdu. Jandarma onu aldı içeri attı. İngiliz Büyükelçisi kapitülasyonları bahane edip, ‘sen benim tüccar vatandaşımı nasıl içeri atarsın?’ diye kıyameti kopardı. Tüccar Churchill serbest bırakıldı. Kendisine özür için madalyalar, zeytin ticareti imtiyaz hakkı verildi. O zaman çok kıymetli olan gazete çıkarma hakkını da İngiliz Büyükelçisi’nin bastırması ile aldı. Buna karşı çıkan Akif Paşa Dışişleri Bakanlığı’ndan İçişleri Bakanlığı’na kaydırıldı; bir süre sonra da kabineden azledildi sırf bu yüzden. Gazete çıkarmasına karşı çıktığı için. Sonuçta ne oldu? Churchill çıkarttı Kırım’a gitti, savaşta verdiği haberlerle etki yarattı. Osmanlı Sarayı kendi subaylarından daha çok Ceride-i Havadis’in Kırım Savaşı güncesine itibar etti. Ne oldu? Kırım Savaş’ı kaybedildi o yüzden. Medya siyaset ilişkisi Türkiye’de zaten sorunlu başladı. Sonraki dönemlerde öyle devam etti. 1840’da böyleydi de 2016’da farklı mı? Yine böyle. Yine çatışma içinde.

H.A.: Özal döneminde de sorunlu muydu? Gazetecilere biraz daha…

M.S.: Çok daha sorunluydu ama karşılıklı saygı içinde sorunların çözümü hemen üretilirdi. Ben size bir Özal hikayesi anlatayım. O tarihte Hürriyet’te Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık muhabiri olarak çalışıyordum. Geç saatte telefon çaldı. O zaman oğlum çok küçük yeni konuşuyor; bir süre sohbet etti. Ben akrabalardan biri sandım. ‘Özal seni arıyor’ dedi oğlum. Aldım telefonu ‘Neredesin sen?’ dedi? ‘Evdeyim efendim’ dedim. ‘Ertuğrul’u (Özkök) bulamıyorum, nerede dedi. Bilmiyorum ama bulurum ben efendim dedim. ‘Bul bana gelsin’ dedi. Özkök’ü buldum. Onunla birlikte gittik, onlar baş başa kaldı. 1993’ün ilk günleriydi. Medya ile ilişkilerini artık bir düzene sokulmasını istemiş. Ama bunun öncesinde de benzer bir şey yapmıştı. O dönem çok yüksek olan sübvansiyonları kaldırma çabasındaydı. 1987’de… Bizi çekti bir kenara, ki biz sürekli onu takip eden 7-8 gazeteciydik. Medya patronları ile arası açılmıştı. Bize, ‘Bu İstanbul’daki mendeburlara uyup da benimle aranızı bozmayın’ nasihatında bulundu. İstanbul’daki mendeburlar dediği patronlarımız. Bunu söyleme gerekçesini de ‘Sübvansiyonlar kalkarsa özgürleşirsiniz’ diye açıkladı. Özal’ın medya ilişkisini kurarken, bir vıcık vıcık ilişki içinde olmadı. ‘İlla ki benim savunucum olacaksınız’ da demedi. ‘Beni eleştirin ki yanlışlarımızı görelim’ diyordu. Soru sorarken, ‘O soru öyle mi sorulur?’ dediği zamanlar olurdu. Daha sorgulayıcı olması için teşvik ederdi. Ama siyaset medya ilişkisi sadece onun zamanında sorunlu değildi. Türkiye’de siyüset medya ilişkisi 1900’lerin başından beri sorunluydu. Murat Belge’nin dediği gibi medya kendini hep devletin mürebbiyesi gibi gördü. Devlet de medyayı kendi evladı gibi adlandırdı. Yer sofrasından masada yemek yemeye, Latin Alfabesine geçişte… Toplumdan, ulus olmaya geçişte medyayı kullandı; modernleşmeyi medya ile öğretti. Medya da hep devletin büyük oğlu gibi kendine pay almaya kalktı. Bu çaba medya-siyaset ilişkisini daha sorunlu hale getirdi. 1933’de Dersim olayında medyanın tutumu mesela, Atatürk dönemi. 1939 sonrası bir farklılaşma var. 1940’larda bir özgürleşme dönemi. 50’lere geldiğinizde yeniden bir sıkıntılı dönem. DP’nin ilk seçimi ile özgürlük veriyor, son dönemlerinde medyanın canına okunuyor. O dönemde Celal Bayar’ın sözü hatırlarda: “Elin gazetecisine söz geçiremiyorum” diyor. O dönemde ‘Babıali’den de geçeriz’ lafı ediliyor… Baskıcı yasalar, Tahkikat Komisyonu… AP ve CHP döneminde medyanın iki taraflı sübvansiyonlardan çok yüksek oranda kâr elde etmesi. Bütün bunlar sorunlu dönemler. 70’li yıllarda bu kez askerin medya üzerinden kendi siyasetini geliştirmesini görüyoruz. Ki bunlar medya aracılığıyla algı yönetiminin egemen olması, rızanın imalatı süreçleri… Ardından da Özal dönemi… Hepsinde de bir sorun var. Hepsi iktidarını, seçilmiş olsalar bile, ya koalisyonlar nedeniyle ya da diğer erkle paylaşmak zorunda kaldığından dolayı hükümet etme gücünü istediği gibi yakalayamıyor. Medyada bunu bildiği için iktidarı paylaşmanın yolunu arıyor. Bunun yüzünden medya-siyaset ilişkileri hep çelişkili oldu. Özal iktidarını Konsey ile paylaştı. Ama 2002’den sonra, AK Parti’nin iktidar gücünü iyi bir şekilde kullandı, orkestrada herkesten aynı sesin çıkmasını sağladı. Eskiden yargıdan, üniversiteden bir ses çıkardı, askerden, sivil toplumdan başka bir ses çıkardı. Ama bugün dönüp baktığımızda iktidarın devlet elindeki erkini yüksek oranda kullanmasının getirdiği bir tek seslilik var. Dolayısıyla ‘bugün istediğini yazabiliyor musun?’ soruna gelirsem… Geçmişte başbakana köşesinde dilediği gibi küfretme hakaret etme özgürlüğü olduğunu sanıyordu; hatta bu küfürden ve hakaretinden dolayı yargıya gidildiğinde de beraat edilen bir dönem yaşadık. Köşe yazarı küfretme özgürlüğüne sahipti. Aymaz şekilde yapabiliyordu. Bugün geldiğimiz noktada bunu yapamaması, medya özgürlüğü açısından bir kısıtlama ise o ayrı… Ama bunu aşan bir durumsa, ki öyle o zaman da başka bir sıkıntı var demektir… İfrat ile tefrit arasında bir sıkışmışlık söz konusu… Meşru yoldan seçilmiş hükümete ayar vermek ile o hükümetin kendi adına kamu denetçiliğini üstlenmiş medyaya sen bu denetimi benim koşullarımda yaparsın, yoksa ben sana dilediğimi yaparım yaklaşımı bu çatışmayı düzene sokmaz daha da derinleştirir. Şu an içinde bulunduğumuz sıkıntının temeli bu. Bunu bir düzene koymak gerekiyor. Eleştirinin yapıcı olduğunda hükümetleri daha sağlıklı halde tuttuğunu görmesi gerekiyor. Bir süre sonra kamuoyunda okunmaz hale gelir. Medya denetçisi inancı kalkarsa kamuoyu kendi denetçilerini icat eder. Farklı yönlere gider. Medya dışında oluşmuş denetçilerin kural tanımazlığı, aymazlığı iktidarları çok daha sıkıntılı hale getirir. Özetlersem: 1) Plütokratik medya düzeni; yani hanedan medyası düzeni iktidarlara fayda sağlamaz. 2) Marksist anlamıyla söylemiyorum ama Libertaryan yani yasa ve kural tanımayan şekilde dizayn edilmiş ve dilediği gibi sosyal medya üzerinden dilediği gibi haraket, küfür etme özgürlüğü olduğunu sanan medya düzeni de kamu denetçiliğine fayda getirmez. İkisi de zararlı ve sıkıntılıdır.

MEDYA GEMİSİ ŞU AN SIKINTININ TAM ORTASINDA

H.A.: Medya gemisi şu an nerede?

M.S.: O sıkıntının tam ortasında. Bir tarafta aymaz herkese twitterdan, sosyal medyadan her istediğimi yaparım diyen bir medya düzeni var, diğer yanda hanedan medyası düzeni var. Bu ikisinin çatışması kamu düzenini zorlaştırır. Yani kamu adına denetim görevi yapan medyayı kötü duruma düşürür. Medya algısını yok eder. İktidar ile onu kullanmak isteyen medyanın çatışmasından geldi Türkiye’de medya çatışması. Bugüne kadar şube müdürünün atanmasını bile dizayn eden bir medyadan bahsediyoruz. 1990’larda olmadı mı? Ya da kamerasını alıp kaleşnikof gibi kullanarak ihaleler alan bir medyadan bahsediyoruz. Bugün bu kural tanımaz medya düzene konulmaya çalışıldı ama kantarın topuzu kaçırıldı. Orada da başka bir sorun çıktı. O dengenin çok iyi sağlanması gerekiyor. Ancak o zaman sağlıklı medya düzeni olur.

Fakat bu sadece Türkiye’de mi böyle? Hayır. Tüm dünyada böyle. Jeff Bezos, Washington Post’u aldığında niye aldın dediler? ABD Başkanı Obama önerdiği için aldığını belirtti. Dijital platform mu yapacaksın dediler yooo dedi. Ama Washington Post’a çeki düzen verdi, köhne yapısından kurtardı. Almanya Şansölyesi Merkel, ülkenin en büyük yayın organı Bild Genel Yayın Yönetmeni Kai Diekmann’a iki laf salladı. Diekmann Genel Yayın Yönetmenliğinden ayrıldı. Bir yıl boyunca gitti Palo Alto’da dijital yayıncılık öğrendi… İtalya’daki durum ortada… Sarkozy döneminde Fransa’nın medyası ortada. Rusya’yı Çin’i söylemiyorum bile. Medya kamuoyunu oluşturma sürecinde önemli bir manivela olduğu için herkes ona sahip olmaya çalışıyor. Oysa onun asıl sahibi toplumdur bunu kimse görmek istemiyor. Toplum da ne acıdır ki bu benim malım diyemiyor. Çelişki de buradan çıkıyor. Bu Amerika’da da böyle sorunlu, Avrupa’da da, Rus coğrafyasında da… Bugün medya-siyaset çatışması sadece Türkiye’nin değil dünyanın sorunu. Savaşlar artık ekranda varsa var, yoksa yok hale geldiyse, sizin için yaşam elinizdeki cep telefonunun ekranına sıkışmışsa, bunu kullanmak isteyen de çok olacaktır. Bu da çatışmaya yol açar. Bunu da bu şekilde değerlendirerek kantarın topuzunu ayarlamak en doğrusu.

H.A.: Bunu gazetecilerin toplanıp bir şekilde ayarlaması gerekmiyor mu?

M.S.: Yaratılan olumsuzluğun, sorunların, bir noktada son buluşacağına inanıyorum. Birilerinin, misyon medyasıyla, ya sonuna kadar sahip olacaksın ya da sonuna kadar karşısında olacaksın, yani siyah beyaz bakışının artık grileşmeyi beraberinde getireceği bir medya arayışına yönelmek zorunda olduğunu bütün dünya görüyor. Çünkü yeni dünya düzeninde evet yazılı medya, gazeteler sağlamlığını koruyor, ki ileride de koruyacak; ama yeni bir düzene geçtik. Video haberciliğine geçtik. Twittet’da yazıp attığınızı, facebook’a koyduğunuzun devamını görüntülü olarak istiyor. Onu kendisi de görüp duymak istiyor. Kendisi de bu meselenin nasıl olduğunu görmek ve yorumlamak istiyor. Bizim kullandığımız “Dokun” gibi. Cep telefonunu götürüyorsunuz işaretin üzerine haberin video görüntüsünü de izliyorsunuz. Habertürk bu konuda geleceği okudu, mükemmel bir iş yaptı. Onun gibi siz video haberciliği görüyorsunuz. Demokrasi artık dijitalleşti, artık elektronik demokrasi var. Sokağa çıkıp bağırmak çağırmak yerine, elektronik, dijital yoldan demokratik hakkınızı arıyorsunuz. Dolayısıyla görüntülü habercilik ortaya çıkması, beraberinde medya düzenini de sağlayacaktır. Çünkü yurttaş gazeteciliği öne çıkmaya başlayacak. Yurttaş gazetecilik dediğimiz yapıyı, kitleler eline terk edilmiş yapıyı yeniden toplumsallaştıracaktır. O toplumsallaşmanın sonucunda da aklı olmayan kitle hareketi terk edilecek, toplum kendi medyasını kantarın topuzunu ayarlayarak bir yere koyacaktır.

H.A.: Ne zaman olur bu?

M.S.: Uzun sürmez. Çünkü değişim dünyada artık hızlı yer buluyor. Bu kadar değişimin hızlı hareket ettiği bir süreçte bunun yer bulmaması da kaçınılmaz.

H.A.: Cumhurbaşkanı diyor ki “Anayasa’ya uymuyorum, saygı da duymuyorum”. Bu açıklamayı yapan bir siyaset varken, medya nasıl kantarın topuzunu ayarlayacak?

M.S.: Siz de aynı cümleyi diyebilirsiniz, ama sonuçta Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyuldu mu uyulmadı mı? Herkesin ifade özgürlüğü var. Cumhurbaşkanının da var, Hande Aydemir’in de Muharrem Sarıkaya’nın da var. Sonuçta o karara uyuldu.

H.A.: Can Dündar’ın yerinde olsaydınız siz o haberi verir miydiniz?

M.S.: Ben Can Dündar değilim. Can Dündar da Muharrem Sarıkaya değil. O haber zaten eskimiş bir haberdi. Ben eskimiş bir haberi niye kullanayım bir daha. Can kullandığında da eskimiş bir haberdi. İlk önce Yeni Şafak’ta çıktı sanırım. Sonra Aydınlık’ta… Ben eskimiş habere niye bakayım. Her gün elimizde yeni haber olmak zorunda.

GÜNDEM DEĞİŞİYOR SANIYORUZ AMA PATİNAJ YAPIYORUZ

H.A.: Türkiye’de gündem çabuk değişiyor zaten. Siz buna alıştınız mı? Sabah kalktığınızda Türkiye’de yeni bir gündem vardır diyor musunuz?

M.S.: Size bir şey söyleyeyim mi? Biz bir şeyler değişiyor sanıyoruz ama patinaj yapıyoruz. Yani hem bulunduğumuz zemini, hem de tekerimizi yıpratıyoruz. Son dönemde hep aynı tip haberler üretiyor, aynı haberi ısıtıp ısıtıp bir daha veriyoruz… Bunu verdiğimiz zaman topluma yediririz zannediyoruz. Yemiyor! Bu haberi yenileyip verenler tirajını iyi bir yerde tutuyor, ama ısıtıp verdiğiniz sürece okur sizden kaçıyor. O olayı sosyal medyadan çok daha rahat ve çabuk ulaşıp alıyor. Sizin o zaman tek yaptığınız patinaj oluyor.

BEN NASIL KARAALİOĞLU’NA GAZETECİ DEĞİL DERİM

H.A.: Gazete okuyor musunuz?

M.S.: Her gün en az 27 gazete okuyorum. Bazen 30. Sabah kalktığımda ilk önce yurtdışını okuyorum. 6 buçuk 7 arasında yurtdışını okuyorum. Amerika’da gece yarısı oluyor günün derlenip toparlandığı saatler oluyor. Sabah 7’ye doğru gazetelerin ilk gece baskıları internete düşüyor dolayısıyla Amerika’daki bir kişiden daha önce onların gazetelerini okumuş oluyorsunuz.

H.A.: Türkiye’de sıklıkla yeni gazeteler çıkıyor. En son Karar çıkmaya başladı sanırım. Bazı gazeteler de kapanıyor. En son kapanan da sanırım Radikal’di. Böyle bir süreç varken bir gazeteci dedi ki “bazı gazeteler Türkiye’de cumhurbaşkanı için çıkıyor. Cumhurbaşkanı da o gazeteleri beğenmiyor. Mesela Hürriyet hibrit bir gazete, ama Star sadece Cumhurbaşkanı için çıkıyor” dedi. Bunu söyleyen de Ertuğrul Özkök. Siz ne düşünüyorsunuz, gazeteler halk için mi çıkar, yoksa hükümetteki isimler için mi? Karar için mesela Ahmet Davutoğlu’nu destekleyen bir gazete dendi.

M.S.: Biz buna literatürde misyon gazeteciliği diyoruz. Misyon gazeteciliği de yandaşlık ya da karşıtlık üzerine kuruludur. Siz misyon gazeteciliği yapacağım diyorsanız, yaparsınız. Sizin yandaşlığınız ya da karşıtlığınızın oranı kadar destek görürsünüz. Siyasetle gelen siyasetle gider.

H.A.: Karar bitecek mi yani?

M.S.: Bilemiyorum, siz söylediniz Karar’ın misyon gazetesi olduğunu.

H.A.: Mutfak dedikodusu mu?

M.S.: Bilemiyorum. Ben nasıl Mustafa Karaalioğlu’na gazeteci değildir diyebilirim ki? Yusuf Ziya Cömert’e nasıl diyebilirim ki? Benim onlara söylemem kendime hakaret olur. Yılların gazetecisi Sevgili Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert… Mustafa Ankara’da yıllarını verdi, gazetecilik yaptı. Haaa onun bir görüşü olabilir. Bir düşüncesi, bir kesimle ilişkisi olabilir ama sonuçta Mustafa Karaalioğlu bir gazetecidir. Yusuf Ziya Cömert gazetecidir. Mehmet Ocaktan gazetecidir. Sonuçta biz onlara gazeteci değil diyebilir miyiz? Öbür taraflara baktığımızda. Onların öteki diye baktıkları arkadaşlarımız da gazeteci değil mi? Gazeteci bir görüşü savunabilir, destekleyebilir ama gazetecinin bir vicdanı vardır.

“REİS BU HABERİ GÖRMEK İSTEMİYOR” DİYENİ HİÇ DUYMADIM

H.A.: Hiç şöyle bir cümle duyuyor musunuz ya da arkadaşlarınızdan duydunuz mu? Reis bu haberi şöyle görmek istiyor? Düzeltelim öyle basalım…

M.S.: Ben duymadım… Belki siz duydunuz bilmiyorum ama benim çevremde duyulmadı. Duysam da söylerim çekinmem. Sonuçta şuna bakmak gerekiyor. Misyon gazeteciliği bir ideolojik parti gibidir. O dönem bitti; zaten tirajlardan da görülüyor. Toplum buna çok itibar etmiyor. Katı tarafgirlik ya da karşıtlık bir şey kazandırmaz. Siz yelpazenizi ne kadar geniş tutarsanız o kadar toplum kesimine seslenirsiniz. Siz yelpazenizi daraltırsanız serinlettiğiniz alan da daralır. O yaprak daha da incelirse belki tek kişiyi serinletebilirsiniz, o zaman da adı gazete olmaz basın bülteni olur. Onun için eğer gazeteler kamu denetçiliği yapmak ile görevliyse, işi buysa, onun gereğini yerine getirip her bir görüşü kucaklayıp geniş bir yelpaze içinde onu sunması gerekir. Ama bunun ötesindeki davranış ne sizi gazete yapar ne de başka bir şey yapar. Tirajınız düşer, izlenilirliğiniz düşer, siz de endüstriyel kurumu kapatmak zorunda kalırsınız. Gazeteler kolay kurulmuyor. Üç beş kuruşluk kurumlar değil bunlar, kocaman endüstriyel kurumlar. Evinize bir bilgisayar almaya kalktığınızda bile nasıl bir maliyet oluyor. Bir laptop ile yapılmıyor bu gazeteler. Çok güçlü bilgisayarlar çok güçlü telekomünikasyon sistemi oluşturuyorsunuz. Bu kadar adam çalıştırıyorsunuz. Koca bir endüstriyel kurumu, fabrikayı tek bir kişiye özel konserve üretmek için kurmak ve çalıştırmak gibi bir şey olur o dediğiniz.

ESKİDEN MEDYADA TETİKÇİ YOKTU AMA LİBOŞ VARDI

H.A.: Daha öncesinde, 5 yıl önce havuz medyası, tetikçi… Bu kelimeleri duyuyor muydunuz?

M.S.: Belki başka isimlerdi, başka sıfatlardı ama bu medyada hep vardı. Bizde de var, dışarıda da var. Daha önce de bizde “liboş” kelimesi vardı mesela, öncesinde “taş kafa” diyordu… Ondan önce “yandaş” deniyordu. Ondan önce “bir kısım basın” deniyordu. “Bir kısım basın” cümlesini ilk kullananlardan biri rahmetli Adnan Menderes’ti… Anlam yakıştırmalarından Türkiye’nin kurtulması gerekiyor. Anlam yakıştırmaları anlamı yok ediyor.

H.A.: Olayı daha da basitleştiriyor, çirkinleştiriyor sanki.

M.S.: Çirkinleştirmek değil, anlamını kaybettiriyor. İnsanları damgalamak, yaftalamak, hele ki gazetecilerin birbirilerini yaftalaması… Bir görüş olur, düşünce olur. O görüşle ilgili eleştiri getirirsiniz. Ben katılmıyorum diyebilirsiniz. Siz böyle düşünüyorsunuz ama bunun aslı bu diyebilirsiniz. Anında ya bendensin ya ötekindensin yaklaşımı her kesimde var. O zaman aradaki, üçüncü bir taraftakileri ne yapacağız?

NİYE GRİ OLUYORUM? RENK PALETİ İÇİNDE NEDEN SIKIŞIYORUM?

H.A.: Gri olunmasını istemiyor kimse. “Ya bizden olacaksınız ya bertaraf olacaksınız”

M.S.: Gri olmamak size ne katacak. Sizi ne kadar besleyecek. İlla gıpgri olun demiyorum. Onun da tonları var. Niye siyah ile beyaz’ı tercih ediyoruz. Palette çok daha fazla renk varken niye gri olalım. Farklı renkler de olalım. Yani mavi de olalım, gökyüzü gibi… Yeşil de olalım ormanlar gibi. Niye illa gri olmak zorundayım. Diyorum ki ben daha renkli, çeşitli olmak istiyorum. İlla beni siyah beyaz ve gri arasında bırakma… Öyle bir renk paleti içinde niye sıkışıp kalayım.

H.A.: Davutoğlu gitti, Binali Yıldırım geldi. Bu süreç Türkiye’yi nereye götürür ve Ahmet Davutoğlu neden gitti?

M.S.: Davutoğlu’nun neden gittiğini bilmiyorum. Ama kendisi “benden kaynaklanan nedenlerle gitmiyorum” dedi. Nedeni konusunda AK Parti içinden bir çok gerekçe ifade edildi. Biri teşkilatların durumuydu. Teşkilat yönetimini bize danışmadan düzenliyor eleştirisi vardı. Ama hala aynı yapı sürüyor. Teşkilatlarda bir değişiklik olmadı. Eğer hükümet etme sorunuysa, öyle bir sorun yok denildi. AK Parti’nin bir açıklama yapması gerekiyor bunun için. AK Parti’nin parti kimliği açısından çıkıp, ki bunu kongrede yapması gerekiyordu… Çıkıp biz şu nedenlerle bir değişime imza atıyoruz demesi gerekirdi. Bunun sürekli sorgulanması sürecektir. Orada devamlı dönüp duran bir hızar ağzına dönüşecektir. Ne zaman bu sorgulansa birileri orada o hızara kapılacak. Bunu kaldırmanın tek yöntemi, samimi içten bir açıklama ile cevap vermesidir. Kendi parti içi sorunudur. Diğer partilerde de yaşanır böyle şeyler. İngiltere’de, İtalya’da, İspanya’da oldu. Başka ülkelerde de yaşandı. Türkiye’de de oldu. Yıldırım Akbulut Başbakan iken, parti liderliğini Mesut Yılmaz’a karşı kaybetti. Söylemek istediğim şu, bu tür değişimler partilerde olur. Ama bu değişimlerin nedeninin izahı gerekir.

ERDOĞAN’IN GERÇEK GÖRÜNTÜSÜ İLE EKRANDAKİ ÇOK FARKLI

H.A.: Cumhurbaşkanı’nın üslubunu nasıl görüyorsunuz?

M.S.: Samimi… Kendisi gibi. Doğrudan konuşuyor.

H.A.: Birebir görüştünüz kendisiyle. Ekrandaki görüntüsüyle, gerçek hali farklı mı?

M.S.: Birbirinden çok farklı. Ben onu şuna bağlıyorum. Promterlar var ya ben ona promter sorunu diyorum. Erdoğan kendi konuşsa çok daha güçlü bir ikna ediciliği var. Promter kullanan bütün liderlerde aynı sorun var,  promter katılaştırıyor sanırım. Liderlerin hepsi için söylüyorum. Bahçeli de ne zaman promtera geçti o da katılaştı.

H.A.: Sert yazıyorlar demek ki?

M.S.: Bilemiyorum ya o metin yazarlarından kaynaklanıyor. Ya da oradaki toplumla ilişkisini azaltıyor. Ama Erdoğan o konuda çok başarılı. Konuştuğunuzda çok samimi ve içtendir. Ama bu şu değil, size tepkisini de samimi bir şekilde ortaya koyar. Tepkisini de yüzünüze karşı koyar. Nettir. Bu, onu onaylamak ya da reddetmek anlamında değil. Ben kişi tahlili yapıyorum. Samimi, net, açıktan, içinden geleni dosdoğru söyleyen bir yapıda.

ERDOĞAN SERT TAVIRLARINA KENDİ DE PİŞMAN OLUYOR 

H.A.: Zaman zaman ekrana sert tavırları yansıdığında…

M.S.: Ben kendisinin de çok pişman olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendisi öyle davranışlardan hiç hazzetmiyor. Başkasında hazzetmediği bir şeyi kendisinde gördüğünde çok hoşlandığını sanmıyorum. Bazen de “biraz aşırıya kaçtık herhalde” söylediği zamanlar da oluyor. Kaç kere söyledi bunu. Siyasetçiler etraftan o kadar ok alıyor ki, onların sizi öfkelendirdiği, canınızı yaktığı olabilir. Herkes insan. Siyasetçiyi eleştirebilirsiniz. Her şeyi söyleme hakkına da sahip olmanız gerekir. Bu demokrasinin rahatlamasını sağlar. Bu ötekinin yanlışını da daha rahat görmesini sağlar. Ama bu kategorik bir misyon karşıtlığı içerisinde olmamalı.

H.A.: Recep Tayyip Erdoğan sizce eleştirileri kabul ediyor mu? Ben burada bunu yaptım diyor mu?

M.S.: Eleştirileri kabul etmese bazı şeylerdeki ısrarını sürdürmez. Bazı şeylerdeki ısrarından vazgeçiyorsa, bu yaptıklarının bir kısmının yanlış olduğu eleştirilerini de kabullendiği anlamına gelir.

H.A.: Türkiye’de 17-25 Aralık’ta operasyonlar yapıldı. Bir de dershaneler boyutu vardı bu sürecin. Bu gerçekten dershanelerle mi ilgiliydi? 17-25 Aralık Türkiye’nin önünü mü açtı önünü mü kapattı?

M.S.: Bir olaydan yola çıkarak Türkiye’nin önünü açtı ya da kapattı demek bir gazeteciye yakışmaz. Tek başına bir olayla başladı süreç, bir olayla bitti. Bunlar doğru şeyler değil. Bunlar çok kolaycı bakışlar olur. Ben öyle bir bakış sergilemeyeceğim.

GÜLEN İLE TANIŞTIM, KONUŞTUM

H.A.: Hiç Fethullah Gülen’i ziyaret ettiniz mi?

M.S.: Hayır. Ama Gülen ile bir gazeteci olarak tanıştım, yıllar önce. Türkiye’deyken. Tanıştım, birkaç kez görüştüm, konuştum..

H.A.: Onunla ilgili izleniminiz nasıldı?

M.S.: O dönem beni tanıştıran Sayın Alaattin Kaya ve Sayın İhsan Aslan’dı. Rüzgarlı Sokak gazetecisiydim ben. Zaman yeni kurulmuştu. Oturup bir yerde uzun uzun sohbet etmiştik. Ben sohbetinden de tad almıştım. Keyifliydi. Her meseleye dini bir bakış açısı getiriyordu. Çünkü din adamıydı sonuçta. Ama keyifliydi başka gazeteci arkadaşlarımızın da olduğu o sohbet. Dünya bakışı, meselelere yaklaşımı katı yobazlık içinde değildi.

H.A.: Fehmi Koru’nun kitabını okudunuz mu? Okurken “Aaaa!” dediniz mi hiç?

M.S.: Okudum tabi, bak orada duruyor. Ama hiç “Aaaa!” demedim. Çünkü Fehmi Abi sohbetlerimizde konuşmalarımızda bazılarını anlatmıştı. Bu kadar detaylı değildi ama… Zaten Ankaralı gazeteciyseniz bazı şeyleri bilirsiniz. Hele ki bir de Fehmi Koru ile aynı kurumda çalışıyorsanız, oturup zaman zaman sohbet ediyorsanız, bunu bilmemek imkanı yok.

SİYASETÇİ İLE GAZETECİ ARKADAŞ OLABİLİR

H.A.: Siyasetçi ile gazeteci arkadaş olabilir mi?

M.S.: Evet, siyasetçi ile gazeteci arkadaş olabilir. Neden olmasın.

H.A.: Bu gazeteciyi etkiler mi?

M.S.: Gazeteciyi etkiliyorsa, arkadaşlığından vazgeçmesi lazım. Tersten bakalım. Siyasetçinin gazeteci ile arkadaşlığı siyasetini yapmasını, içinde bulunduğu siyasi pozisyonu değiştiriyorsa ve kendi düşüncelerinden farklılaştırıyorsa, onun siyasetini değiştirmesi lazım. İlla ideolojik temelli değildir siyasetçi ile gazetecinin arkadaşlığı. Eğer ideolojik temelli ise zaten arkadaşlık değildir. Onun adı yoldaşlıktır, ülküdaşlıktır, fikirdaşlıktır. Kardeşlik değildir. Arkadaşlık herşeyden arınmış insani duygunun hayat bulmasıdır.

MELİH GÖKÇEK 1983’TEN BERİ ARKADAŞIM AMA…

H.A.: Ankara’da Aksaray’a ihtiyaç var mıydı? Beştepe iyi ki yapıldı diyor musunuz? Çankaya Köşkü yeterli değil miydi?

M.S.: Yeterli olmadığını kendileri ifade ediyor zaten. Ben şöyle bakıyorum meseleye, sistem açısından baktığımızda bir binaya ihtiyaç olabilir. Ama o bina verimli şekilde kullanılacaksa bir işe yarar. Yoksa o size büyük masraf çıkarır. İki kişisiniz ve kocaman bir villada oturuyorsunuz. Ya da size yetebilecek bir mekan varken neden bilmiyorum bizim büyüklük tutkumuz var. Kocaman şeylere tutkumuz var. Tek kişiyiz kocaman arabalara biniyoruz. Çok benzin yakıyor, gürültü yapıyor, daha çok karbon salıyor. Size zarar veriyor. Çok daha geniş yer kaplıyor, trafiği sıkıştırıyor. O otomobile binince sanırsınız ki her gün Ankara’da Beynam ormanında odun kesip, oradan smokini çekip Meclis’teki kokteyle katılacak. Batıya gidiyorsunuz, sınırı geçince insanlar küçük, rahat, hatta elektrikli araçlar kullanıyor. TOBB Üniversitesi karşımda. Ben üniversiteye gidebilmek için bir kilometre yürüyüp, sonra ışıklardan karşıya geçip, yeniden bir kilometre yürümem gerekiyor. Oysa ki şurada kırmızı ışık vardı. Kendin hızını düşürüyordu. Ama araçlar 100-150 kilometre hızla geçiyor yoldan…

H.A.: Melih Gökçek ile konuştunuz mu bunları?

M.S.: Tanıdığım birisi.. Eski bir gazeteci, meslektaşım. 1983’den beri de samimi bir şekilde görüşüyoruz. Söylüyorum kızıyor. Çok daha öfkeli olmaya başladı. Çok daha çabuk öfkeleniyor. Ne söyleseniz kızıyor. Ama öfkesi de çabuk geçer.

H.A.: Sosyal medya ile aranız nasıl?

M.S.: Çok iyi.

H.A.: Fuat Avni kim?

M.S.: Bilmiyorum. Siz biliyor musunuz? İyi bir haber olur.

H.A.: Takip ediyor musunuz?

M.S.: Çok değil. Başka şeyleri takip ediyorum çok daha fazla şey katıyor. Şu dedikodu medyacılığı artık, Türkiye’yi yordu. Bırakmamız gerekiyor. Bir, misyon medyacılığı yordu. İki, dedikodu medyacılığı yordu. Biz uzun yıllardır Maalesef siyasi magazin medyacılığı yapıyoruz ve kötü yapıyoruz. Siyasi magazini ön plana çıkaran bir medya düzeni kurduk. Gizli isimler ile ortaya atılan iddiaların size sağlayacağı fazla bir şey yok. Eğer bir bilginiz, belgeniz varsa bunu ortaya koyarsınız. Elinizde belgesi, ispatı yoksa yazmasınız. Gazetecilik böyle yapılır.

HER SABAH İŞSİZ KALMAKTAN KORKUYORUM

H.A.: Siz yıllardır gazetecilik yapıyorsunuz ve bir mevkiye de geldiniz. Hiç işsiz kalmaktan korkuyor musunuz?

M.S.: Her sabah…

H.A.: Yazılarınızı ona göre dizayn ediyor musunuz?

M.S.: O beni terbiye ediyor. İç kontrolümü sağlıyor. Beni korkutmuyor, tam tersine güçlendiriyor. Benim iç gücümü sağlıyor. Dürüstlüğümü arttırıyor.

H.A.: Bir “B Planınız” var mı?

M.S.: Hiç düşünmedim. Yarın işsiz kalırsam ne olur, aman işime sahip çıkayım korkusu değil her sabah duyduğum. Aman ne denirse yapayım korkusu da değil. İşsiz kalamamak için dürüst gazetecilik yaparsınız, doğruyu yazarsınız, kimseye hakaret etmezsiniz, o zaman da sürekli olursunuz. Her sabah korktuğum yanlış yapma korkusudur.

İŞSİZ KALAN GAZETECİLER İÇİN ÇOK ÜZÜLÜYORUM

H.A.: İşsiz kalan gazeteciler ile ilgili ne dersiniz?

M.S.: Üzülüyorum, çok iyi gazeteciler var aralarında.. Siyasetçinin de gazetecinin de misyoncu bakışı gazeteciliği yordu. Yazar eleştirir… Siyasetçinin de bir tekzip hakkı var, tıpkı sıradan vatandaş gibi. Gazeteci yazar, karşısındaki de tekzip hakkını kullanır. Fakat bir siyasetçinin medya patronuna sen ona nasıl iş veriyorsun demek işi sorunlu hale getirir. Bu şu demek değildir. O sorunu aşmanın yöntemi de bir ötekine de aynı davranmak değildir. Bu Türkiye’de maalesef geçmişte de yaşandı şimdi de yaşanıyor. Geçmişte de ben yakından biliyorum bizzat tanıklık ettim. Ya onu atarsın ya da sana röportaj vermiyorum denildiğini biliyorum. Allahtan o günkü yönetici iyi bir gazeteciydi, “o zaman ben bu röportajı istemiyorum, yapmıyorum” dedi. Muhteşem bir olaydı. Çıktık gittik, yoldan çevirdiler, yanlış anladınız diye. Bugünler yaşandı. Fakat bu şu demek değil, bizler de yazar olarak bize verilen arazinin bir icarcısıyız sonuçta, oranın ekip biçicisiyiz. O arazinin bir sahibi var sonuçta. Markanın sahibi var. Biz gazetenin sahibiyiz, markanın sahibi de patronlar. O patronlar bize orayı icara veriyor. Ama iyi ekin eksin diye veriyor, arazisini mahvetsin diye değil. Orayı iyi bir şekilde eksin, toprağı daha mümbit hale getirsin diye. Gazeteler biz çalışanların marka ise patronundur. Patron markasına zarar gelmesin diye uğraşacaktır, gazeteci de kendi malına sahip çıkacaktır. Ama bir siyasi de, gazetesinde iyi iş yapan kişiyi, sırf bana zarar veriyor diye, ektiği ürün bende alerji yaratıyor diye kovdurursa, o toprak çölleşir.

H.A.:

M.S.: Güçlü medyası olan ülkeler ve liderler de güçlü oluyor. David Cameron mesela medyasının karşısına çıktı. Bu referandumun sonucu bana git demektir. Ben vatandaşın istediği politikayı yerine getiremem dedi. Bu benim politikam değil dedi. Eğer kalsaydı o medya onu mahvederdi. Eminim bir dahaki seçimi yine kazanacak?

CHP TALEP ÜRETİYOR AMA ANLAM ÜRETEMİYOR

H.A.: CHP’nin politikasını nasıl buluyorsunuz?

M.S.: CHP talep üretimi konusunda çok başarılı işler yaptı. Talep üretimini o kadar başarılı hale getirdi ki. Emekli maaşlarının arttırılması konusu siyasilerin görüp fark edemediği bir alandı. O talep üretimini yaptı, iktidar mecbur kaldı zam yapmakta. Aile sigortası yine bir talep üretimiydi. Bu anlamda önemli bir iş yapıyor. Fakat bunu anlamlandıramıyor. Talep üretimi yapıyor fakat anlam üretimini aynı oradan başaramıyor. Böyle bir talep var ve bu CHP iktidarında mümkün olabilir dedirtemiyor. Bu da CHP üzerinde oluşan algıdan kaynaklanıyor. Bunu hak etmiyor CHP. Ana muhalefet partisi olarak Parlamento’daki davranışı iktidarın arayıp da bulamayacağı bir durum. Eğer rol değiştirmiş olsalardı, bugün Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nden çıkan rapora CHP dışında herhangi bir parti hayır oyu vermezdi. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde Türkiye’nin tekrar monotering’e alınması önerisi 68’e karşı 64 oyla reddedildiyse bunda CHP’nin 4 milletvekilinin rolü var. Salona girmezlerdi biterdi. Geçmişte bu oldu. Oylamaya katılmadı diğer partiler. Bahane üreterek, tavır koyanlar vardı. Böyle bir oylamanın olacağını CHP’liler biliyordu. Oraya tam kadro gitmezdi. O zaman o oylama ne olurdu? BM’de alınan kararlardan AB sürecine kadar herkes Avrupa Konseyi kararına atıf yapardı. Sizin yaptığınız her icraat 2004’e kadar olduğu gibi Avrupa’dan birinin gelip size ahkam kesmelerine yol açardı. Abdullah Gül’ün çok büyük katkısı vardır bunun değişmesinde. 2004’de Gül’ün 10 yıllık çabası sayesinde izleme sürecinden çıktık. 2004’ten sonra da devam ettik gelişmeye. CHP milletvekillerinin tek tek maddelere verdikleri evet oyunu raporun tümüne vermiş olsalardı…

AK PARTİ, TABANIN BEKLENTİSİNİ KARŞILAYAMAZSA…

H.A.: AK Parti’nin en iyi yaptığı şeyi söyler misiniz?

M.S.: İcraat yapıyor. Sağlık sistemi, duble yollar… İcraatta çok iyi. Ama icraatını politikleştirme konusunda yeteneksiz. Başlarda icraatları politikleştiriyordu. Ürettiği politika, toplumsal tabanının beklentilerini karşılayacak nitelikteydi. Fakat son dönemde AK Parti’nin toplumsal tabanının hızla değişen beklentilerine dönük politikayı üretemiyor. Toplumsal taban için 2002’de mütedeyyin bir hükümetin olması, 2007’de alnı secdeye değen bir Cumhurbaşkanı olması yeterliydi. Ama bugün tabanı için bunlar onun taleplerini kesen, yeterli düzeyde değil. Artık AK Parti toplumsal tabanı da çocuğunun şef, müdür olmasını istiyor, altında Audi 8 olmasını istiyor, ötekinin var çünkü, daha iyisini istiyor çünkü alıştı, beklentileri yükseldi. Bu hızla değişen beklentileri karşılayan politika üretemezse o da patinaja düşer.

Muharrem Sarıkaya: ‘Siyaset ve medyada patinaj yapıyoruz’